“Post/modern zamanlarda yaşadığımız” şeklindeki ifadenin ilzam ettiği alt varsayımları olduğu da aslında zımnen ifade edilmektedir. Meselâ; modern toplumlar aynı zamanda demokratik toplumlar olduğu için, bir monarkın, hanedanın egemenliği düşünülemeyeceği gibi “nesep” de siyasetin meşruiyetinin ilerlediği bir kavram değildir. Peki postmodern durumda siyaset nasıl işlemektedir? Bu yazıda Müslüman toplumlar başta olmak üzere siyasetin monarşik bir demokrasi olduğu tezi işlenecektir.
Öncelikle Ortadoğu’da siyasetlerin hep güçlü bir lider kültü etrafında geliştiğini, halkın da yetkileri elinde toplayan bir lidere itaat üzere hareket ettiklerini mebzul örnekleriyle hem tarihte hem de bugün görmekteyiz. Demokrasi her şeyden önce bir kültür olup, hayatın her alanında “çoğulculuk” fikrine odaklanır. Ortadoğu toplumlarının gündelik hayatı da, kültürü de demokrasiden oldukça uzaktır. Bunu Foucault’cu anlamda toplumdaki tüm iktidar katmanlarının eyleyişleri ile toplumsal beklenti ve reflekslerde sezebilmek mümkündür. Halkın büyük oranda çoğulculuk ve farklılığı bir istikrarsızlık görmesi, her şeyde devletin tek bir kanaati belirleyerek dikte etmesini beklemesi, bize tipik Ortadoğu profili ve pratiklerini göstermektedir.
Doğrusu bu refleksler, eyleyişler ve beklentiler yüzyıllardan bugüne devam eden tarihsel sürecin içinden süzülmüş, bir toplumsal hafıza yaratmış olup zihni arka planda sürekli işlemektedir. Dolayısıyla Ortadoğu’da bizzat halkların bir özne olmaktan ziyade, güçlü lidere büyük yetkiler veren bir tarzı benimsemesi, tarihsel örneklerin aktüel tekrarları olarak görülebilir.
Bu konuda belki siyaset felsefesi ve sosyolojisi açısından iki önemli ismi kısaca analiz etmek aydınlatıcı olabilir. Bunlardan ilki Farabi, diğeri ise İbn Haldun’dur. Farabi’nin başta “El-Medinetü’l-Fazıla” isimli eseri olmak üzere “Füsusu’l-Medeni” ve “Es-Siyasetü’l-Medeniyye” çalışmaları bu siyaset felsefesini kurmaktadır. Farabi’nin ütopya olarak da düşünülen bu kurgusunda öne çıkan lider kültünü görmekteyiz. Farabi yaptığı analojide varlık dünyası, toplum ve beden arasında ilintiler kurmaktadır. Buna göre evrenin ya da varlık dünyasının yegane yaratıcısı Tanrı’dır. Tanrı tüm evreni ve varlık dünyasını yönetmektedir. Beden de hakim uzuv olarak kalp bulunmaktadır. Toplumun varlığı ve sürekliliği ise lider ile sağlanmaktadır.
Dolayısıyla Farabi’nin tezi; varlık dünyasında Tanrı, bedende kalp ne ise toplumda (medine=şehir) lider odur. Buradan yola çıkarak Farabi’nin lider üzerine özenle durduğunu görmekteyiz. Farabi liderde aradığı nitelikleri saymakta, son kertede toplumsal istikrarın güçlü bir lider ile sağlanacağını belirtmektedir. Dolayısıyla Farabi’nin lidere Tanrısal bir nitelik atfettiğini çıkarsayabilir. Esasen premodern dönem siyaset felsefesinde bir şekilde sultanın açık ve örtük biçimde Tanrı tarafından seçildiğinin iması vardır. Fransız İhtilali ile birlikte bu felsefenin, yönetimin ve liderin meşruiyet kaynağının bir kırılmaya uğradığını görmekteyiz. Nitekim kitaplarda İhtilalin ardından Fransız kralının devrilmesi, Tanrı’nın ölümü olarak nitelendirilmektedir.
Montesquieu erklerin ayrılması prensibi güçlerin dağılmasını öngörürken ciddi bir değişim getirmiştir. Aynı şekilde Rousseau da iktidarın meşruiyet kaynağını topluma (halka) doğru çevirmiştir. Bu durum Batı’daki devletlerin yapılanmasında ciddi etkili olmuştur. Fakat Ortadoğu toplumları açık ve örtük biçimde güçlü lider zihniyetini korumaktadır. Bu toplumlarda demokrasi bir yönetim tarzı olarak görünmekle birlikte, arkasında işleyen monarşi de birçok alanda görünür olmaktadır. Tam da bu sebeple Ortadoğu toplumlarında farklı bir “özne”lik konumunun işlediğini gör(ebil)mek, siyasetin geleceğe doğru projeksiyonunda da sağlıklı analizleri imkan dahiline sokacaktır.
İbn Haldun analizini de bir diğer yazımızda inşallah ele alalım.