Yapılan bir işin hikmeti (akli ve vicdani değeri) yoksa dini açıdan da değeri yok demektir. Çünkü Allah insanı düşünce yeteneği ile sorumlu ve şerefli kıldı. Bu açıdan bakıldığında oruç dâhil yapılan her ibadetin bir hikmeti olması gerekmektedir. Nitekim Kuran-i Kerim’de akıllı insanlar övülmekte aklını kullanamayan birey ve toplumlar ise eleştirilmektedir. Akıllı olmayı, kişi ya da toplumun yaratan ve yaratılan ile iyi niyet temelinde bilinçli bir iletişim ve etkileşim halinde olması olarak açıklayabiliriz. Bu özelliğini kaybeden ya da zayıflayan birey ve toplumlar, mekasidu’ş-şeriaya (dinin temel amaçlarına) aykırı davrandıkları için bireysel ya da toplumsal uyum ve gelişim süreçlerini yeterli ölçüde gerçekleştiremezler.
İslam inancı birçok farklı inanç gibi gayeci bir inançtır. Bu gaye Kuran-i Kerim’de: “Ruhunu arındıranlar kurtuluşa ermiş, onu kirletenler ise zarara uğramıştır. (Şems, 9/10)” şeklinde ifade edilmiştir. Bilindiği üzere oruç birçok farklı inançta olduğu gibi İslam inancı içerisinde de yer alan en önemli ibadetlerden birisidir. En basit tanımı ile oruç mükellef olan bireyin Allah rızasını arzulayarak içgüdüsel dürtülerin psikolojik baskısından korunmak amacıyla güneşin doğuşundan, batışına kadar olan zaman dilimi içerisinde yeme, içme ve cinsel yaşamına Allah rızasına erişme amacıyla sınırlama getirmesidir. Bu sınırlama bir açıdan insanın kendi iç dünyasına, öze dönüş için bilinçli bir müdahalesi olarak değerlendirilebilir. İslam inancına göre bu hayata gelişin temel amacı: Ruhsal sapma sebebiyle Cennet’ten kopup bu dünyaya gelen insanın, ruhen arınmasını sağlayarak tekrar cennette yaşayabileceği ruh ve düşünce olgunluğuna erişimini sağlamaktır. Orucu bu anlayış doğrultusunda yorumladığımızda, insanın ruh ve düşünce olgunluğunu sağlamayı amaçlayan bir ibadet olduğunu anlarız.
İnsan oruç tutarak, yeme içme ile açlık ve cinsellik gibi içgüdüsel dürtülerine karşı iradesini güçlendirir. Böylece de açlık, susuzluk ve cinsel arzuların bilinç üzerindeki olumsuz baskılarına karşı iradesini güçlendirip, ruhen arınma yolunda ilerlemiş olur. Tabii ki oruç ibadetinin amacına uygun tutulabilmesi için, her şey gibi bilinçli yapılması lazım. Bu yüzden sağlık sorunu olan ve oruç tutması durumunda sağlığı olumsuz etkilenecek olanların oruç tutması da doğru değildir. Aynı şekilde oruç tutması durumunda başkasının sağlığını olumsuz etkileyebilecek durumu olan, hamile ya da çocuk emziren kadınların da oruç tutması doğru değildir. Çünkü bu durumlarda oruç tutmak kendimize ve başkalarına karşı olan sorumluluk duygumuzun zayıflamasına yol açar ki, bu ruhsal arınma sürecine ters düşmek demektir.
Zor şartlarda çalışan ve işsiz kalması durumunda geçim sıkıntısı çekebilecek insanların da oruç tutması gerekmez. Bu tür mazereti olan insanların, uygun bir zamanda tutamadıkları oruçları tutmaya çalışmaları gerekir. Eğer bunu da yapabilecek durumları yoksa ve ekonomik durumları iyi ise fakir fukaraya yemek yedirip yardımcı olmaları gerekir. Bu da orucun başka açıdan da sosyal dayanışma duygusunu geliştirmeyi amaçladığını göstermektedir. Bunu da yapabilecek durumları olmayanlar hayırlı bir işi ve iyiliği ihmal sebebiyle terk etmiş olmamak için farklı bir şekilde de olsa imkânları ölçüsünde iyilik adına yapabilecekleri ne varsa onu yapmaya çalışmalıdırlar. Oruç tutan birisi, sağlık açısından kendisi için bir risk görürse, oruç tutmayı bırakabilir ve kendisini sağlıklı hissettiği zamanda tutamadığı gün ya da günleri tekrar tutabilir. Kişinin orucu mazeretsiz bozması durumunda 61 gün oruç tutması gerektiği şeklinde bir yorum olmakla birlikte, bu yorumun güçlü bir dayanağı bulunmamaktadır.
Oruç tutanlar, bilerek su yutmamaya dikkat ederek denize gidebilir ve temizlenmek için yıkanabilirler. Ancak özelikle öğleden önce ya da öğlen vakitleri esnasında oruçluyken denize girmek, tuzlu suyun ve güneşin etkisi ile oruç tutmayı çok daha fazla zor hale getirebilir. Böyle bir riski kaldıramayacağı kanaatinde olan kişinin denize girmemesi daha doğru olur. Ancak denizde, gölet ya da barajlarda çalışanlar için ise bu tür riskler geçerli değildir. Görevleri gereği dikkatli olmak kaydıyla, suya girmelerinde hiçbir sakınca yoktur. Ancak oruç tutmak görevlerini yapma da ya da başkalarının hayatını kurtarmada risk yaratıyorsa görevleri esnasında oruç tutmamaları; daha uygun bir zamanda oruç tutmaları daha doğru olur.
Son yıllarda Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı veya KKTC Din İşleri Başkanlığı’nın imsakiyelerindeki imsak vakti, ramazan öncesi sabah ezanı vaktinden yaklaşık bir saat önce olarak ilan edilmektedir. Bundan dolayı da bazı oruç tutanlar sabah ezanının önceki vaktine kadar kadar yiyip içmeye devam etmektedir. Bu şekilde oruç tutanların oruçlarının şekil açısından geçerli olup olmayacağı ise tartışma konusu olmaktadır. Şüphesiz ki ibadetlerin kabul edilip edilmediğine karar verebilecek olan sadece Allah’tır. İnsanlar ise sadece sağlıklı bir ibadetin şartlarını ilmi yöntemlerle tespit etmeye çalışabilirler. Bu tür çalışmaların tümü, ilmi gerekçeye dayandığı takdirde geçerlidir. Çünkü doğru her ne kadar değişmez olsa da, kişilerin doğruyu algılama düzeyleri farklı olduğu için insanın bilgi yeteneği itibari ile sabit bir doğrudan bahsetmek bazen mümkün olmamaktadır. Bundan dolayı da dinimizde amellerin kabulü doğrulara değil niyetlere bağlanmıştır. Bu anlayışa göre herkes iyi niyetle doğruyu bulma gayreti göstermelidir; ancak ulaştığı doğrunun daha çok kendi bilgi ve deneyimini ifade ettiğini bilerek başkalarının da doğrularına saygı göstermelidir.
Bu anlayışa uygun olarak, ramazan öncesi sabah ezanı vaktine kadar oruç tutanların oruçlarının geçersiz olduğunu iddia etmek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü imsak vaktinin başlangıcı ihtilaflı bir konudur ve ihtilaflı konularda tarafların görüşlerini destekleyici delillerin bulunması durumunda her görüşle amel etmek doğru olur. Nitekim sahabilerden bazılarının sabah namazı kılınırken de yiyip içtikleri bilinmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Ali, Huzeyfe ve İbn Mesud gibi sahabilerle birlikte bazı İslam alimleri güneşin tam olarak doğmadan güneş ışıklarının ev ve sokakları aydınlatmasına kadar yenilip içilmesine cevaz verdikleri nakledilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber ve sahabe döneminde Medine ve Mekke’de ışık ve aydınlanma imkânları pek yoktu. Bu yüzden de yemek hazırlamak ve iftar etmek için güneş ışığından yararlanılıyordu. Daha sonraları evlerde ve sokaklarda aydınlatma imkânları arttık sonra fetvalar ruhsattan azimete doğru kayma göstermeye başlamıştır.
Bundan dolayıdır ki Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın belirlediği ve KKTC Din İşleri Başkanlığı’nın da uyguladığı imsak vakti tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda ruhsatı değil de azimeti esas alarak şüpheden uzak durmaya çalışmaktadır. Bu konuda Diyanet’e muhalefet edenler ise daha çok ruhsatı esas alarak halkın genelinin durumunu gözetmeye çalışmaktadır. Diyanetin uygulaması ihtiyat açısından doğru olmakla birlikte ruhsatı içermediği için daha geniş kitlelerin oruç tutabilmesini zorlaştırıcıdır. Bu ihtilaf öz itibari ile ibadetlerle ilgili ihtilaf durumunda, ihtiyatın mı yoksa ruhsatın mı esas alınacağı tartışmasına dayanmaktadır. Şüpheden kaçınmanın esas olduğunu ileri sürenler, imsak vaktinin en erken vaktini; halkın genelinin durumunu esas alanlar ise ruhsatı alarak imsakin en son vaktini esas almaktadırlar. Bir kısım alimler de imsakin ilk ve en son vaktinin arasındaki bir vakitleri esas almaktadırlar. Sonuç itibari tüm bu görüşler ilmi gayretlerin sonucudur ve hepsi de Kuran-i Kerim’deki bir ayetin (Bakara, 2/187) yorumu ile ilgili ihtilaftan kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak ayetin yorumuna bağlı olarak bazıları imsakin ilk vaktinde, bazıları ise imsakin ilk ve son vakti arasındaki bir vakitte bazıları da imsakin en son vakti olan havanın aydınlandığı ve güneşin doğmasına çok az bir zaman kaldığı vakitte oruca başlamaktadır. Bu ihtilaf her ne kadar tutarsızlık gibi gözükse de aslında farklı iklim ve kişisel şartlar dikkate alındığında gerekli ve kolaylaştırıcı bir ihtilaf olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Müslümanların yaşadığı coğrafyalara bakıldığında, amaç ortak olmakla birlikte orucun süresi ve vaktinin farklı farklı olduğu görülür.
Belirttiğim gibi ibadetlerde şekilden çok öz önemlidir. Bu yüzden de Hz. Muhammed’in uyardığı gibi, birçok insanın oruçtan nasibi sadece açlık ve susuzluk olmaktadır. Dikkat edilmesi gereken bir başka husus ise bu mevsimde havanın çok sıcak olması sebebiyle oruç tutmanın çok daha zor hale gelmesidir. Doğal olarak bu şartlarda açlığın ve duygulara baskının yarattığı sinirlilik hali artabilmektedir. Bu sinirlilik hali ve psikolojik baskı kontrol edilmez ise orucun amacından sapmasına yol açabilir. Bilinçli oruç tutmak, yapılan ibadetin üzerimizdeki etkilerinin farkında olmayı ve olumsuz etkilerini ibadetin amacına uygun olarak yönlendirebilmeyi gerektirir. Aksi takdirde ibadet amacından sapar ve oruçtan nasibimiz sadece açlık ve susuzluk olur.