2011 ÖSYM sınavına gölge düştü. Konu gündeme geldiğinden bu yana ilgili tüm makaleleri, yazıları okumaya çalıştım. Fırsat buldukça bu konuya yer veren televizyon programlarını da izledim. Ama şifrenin olmadığı ile ilgili bir tatmin olmuşluğum yok. Tam tersi okudukça, dinledikçe kaygılarım arttı. Konu çok önemliydi ve onbinlerce gencin yaşamını direkt etkiliyordu. Ama yetkililer yeterince önemsemediler, olay bir oldu bittiye getirildi, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Otuz yıl önce, ben de üniversite seçme sınavına girdiğim dönemde ÖSYM sınavı ile ilgili bazı söylentiler duyardık. Kardeşlerin ya da akrabaların birbirlerinin yerine sınava girdiğini ve birilerinin hak etmedikleri puanları aldıklarını söylerlerdi. Ama bunlar kopya niteliğinde suç sayılabilecek, ferdi ve münferit olaylardı. Sınavın bütünlüğünü etkilemezdi, yani bizim alacağımız puan dilimlerine etkisi gözardı edilebilecek ölçüde kısıtlıydı. Ama şifre diye bir skandalı hiç duymamıştık. Bu insanı derinden etkileyen bir konuydu ve milyonlarca insanı kapsıyordu.
Düşündüm de, acaba geçen yıl da farkedilmemiş bir şifre söz konusu olabilir mi? Ya bir önceki yıl? Kimdi bu imtiyazlı öğrenciler? Ne yapmışlardı da ayrıcalık sahibi olmuşlardı? Bu yıl sınava katılan onbinlerce öğrenci eğer düşük puan alıp bir yükseköğretim kurumuna yerleşemezse yaşamı boyunca şu şifre kâbusunu yaşayacak mıydı? Bu sınav mutlaka iptal edilmeliydi.
Bu yıl sınava giren tanıdığım öğrencilerle konuştum. Bir kısmı öfkeyle sınavın iptal edilmesini istiyordu. Bir kısım öğrenci ne sınavı ne de şifreyi umursuyordu, zaten başarısızlardı ve gelecek seneye hazırlanmayı planlamışlardı. Bir başka grup ise sınavın iptalini asla istemiyordu. Bir daha aynı stresi yaşamak çok kötüydü ve yeniden yapılacak bir sınavda da yine şifre kaosunun olabileceğini kuvvetle tahmin ediyorlardı. Bu son grup öğrencinin sınavları genel olarak iyi geçmişti. Ama tüm öğrenciler şifrenin gerçekliğine inanıyorlardı.
“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedim içimden. Bir daha tam bir güvenle sınava girilmeyecek, herkes aldığı puanla çalışma ve verdiği emeğin orantılı olduğunu artık düşünmeyecek, birçok öğrenci karşısındaki yüksek puan almış öğrenci için “Şifresi mi var acaba?” diye düşünmeden edemeyecek. Biz öğretim üyelerinin öğrencilere bakışı bile değişecek. Örneğin; tıp fakültesine girmeye hak kazandığı halde üstüste başarısızlık gösteren öğrenciler için şimdiye kadar “Mutlaka bir psikolojik ya da sosyal sorunu var” diye düşünür, haksız yere bu fakülteye girdiği ile ilgili en ufak bir şüphe duymazdık. Öğrenci sayısının nispeten kabul edilebilir düzeylerde olduğu yıllarda bu öğrencilerin danışmanları tarafından derinlemesine incelendiğini de biliyorum. Ama artık başarısız öğrenciler için elimizde hazır bir kara boya mevcut. “Şifresi olan öğrenci”.
Umarım bütün bunlar şüphedir. Ama bilimle uğraşmak şüpheleri canlı tutmak demektir zaten. Ne olursa olsun sınava gölge düşmüştür ve bu sınav bence iptal edilmeliydi.
Bu olay nedeniyle yaşadığım ve anımsadığım zaman hep içimi acıtan bir anımı paylaşmak isterim. Yıllar önce tıp fakültesinden mezun olarak zorunlu devlet hizmetimi tamamlamak üzere Güneydoğu Anadolu’nun bir sınır ilçesine atanmıştım. Bu kazada yaşamak mahrumiyete katlanmak demekti. Örneğin; eşimle gidebileceğim tek bir lokanta bile yoktu. Sonbaharın ilk aylarından ilkbahar ortalarına kadar yoğurt bile bulunamıyordu. Halk fakir ve kaderciydi. Ama biz idealist doktorlardık. Ülkemize her koşulda hizmet edebilmek için programlanmıştık. Bizim hocalarımız da bizleri zor koşullarda da koruyucu ve tedavi edici hekimlik yapabilecek düzeyde yetiştirmişlerdi. O ilçede hem hasta riski aldım hem de adli tabiplik yaparak meslek riskimi arttırmak zorunda kaldım. Çok da çalıştım. Ama bir ben değildim çok çalışan, bir ben değildim uzak Anadolu kasabalarında her türlü olumsuzluğa rağmen hekimlik yapmaya çalışan, hepimizdik. Yani tüm yeni mezunlardı.
Zorunlu hizmet yükümlülüğüm bitip ihtisas eğitimi almak üzere tekrar büyük kente geldiğimde çok tuhaf bir durumla karşılaştım. Bazı imtiyazlı(?) hekimler üniversite hastanelerinde zorunlu devlet hizmeti yapıyorlardı, tek başlarına ciddi bir risk almadan bir çeşit eğitim görüyorlardı ve sözüm ona üniversite hastanelerinin boş kadrolarını doldurarak hizmetin aksamaması için katkı koyuyorlardı(?). Üstelik bir de üniversitede çalıştıkları dönemdeki zorunlu hizmet süresini ihtisas süresine saydırmaya çalışıyorlardı!!! Bu kabul edilemez bir durumdu. Neyse ki Bakanlık bu ikinci imtiyazı kabul etmedi. Ben mayın tarlalarında vurulmuş bir adamın kimlik tespitini yapmaya çalışırken, büyük bir kentin tüm olanaklarından yararlanmakta olan yaşıtım hekimleri hatırlamak içimi acıtır. O günden beri kura ile atamaların gerçekliğine ve adaletine inanamam.
Dedim ya, umarım benim düşüncelerim yalnızca abartılı bir bilim insanı şüphesidir…