Başlamadan: Bu yazının son 2 paragrafını mutlaka okuyun.
Havalar soğudu. Memleketin pek çok yerinde kar yağıyor. Her mevsimin kendine göre güzelliği var. İnsanoğlu yazın serini, kışın sıcağı arzuluyor. Doğa da insanın bu tatminsizliğini bildiğinden midir nedir, mevsimler belli bir frekans ile değişip duruyor. Hastalıklar da mevsimlere göre değişiklik gösteriyor. Baharda astım, allerji, yazın yanık, yaralanma, kışın enfeksiyon ve ortopedik rahatsızlıklar.
Günler kısaldı. Mesai saatlerinde bir bakıyorsunuz öğlen olmuş, bir bakıyorsunuz hava kararmış. Yazın bitmek bilmeyen günleri ile uzun kış geceleri yer değiştirdi. Doğal olarak evlerde elektik sarfiyatı arttı. Evlerde hem ısınma için hem aydınlatma için daha fazla elektrik kullanılıyor. Yine de bu kış saati uygulamasının “gün ışığından daha fazla yararlanmak ve elektrik sarfiyatında tasarruf” için olduğunu söylüyorlar. Garip.
Çok şey değişti. Eskiden uzun ve soğuk kış gecelerinde sobanın üzerinde kestane kebap yapılırken, büyükanne ve büyükbabalar çocuklara masal anlatırlarmış. Bu arada anne çay demler, baba akşam haberlerini dinlermiş. Pek çok evde sobalar da terk edildi, büyükanne-büyükbabalar da. Artık kestaneler kurtlu çıkıyor, çaylar radyasyonlu. Akşam haberleri ise ya cinayetlerden bahseder oldu yada magazin dünyasındaki bomba haberlerden.
Bir yıl daha bitiyor. Bu sene Kurban Bayramı, yılbaşı ile aynı tarihlere denk geldi. Ne bahtiyarlık, desenize Yılbaşı gecesi içeceklerine kurban kavurması meze olacak. İşte kültürlerin buluşması diye buna denir. Bu sene hediyelik alışverişlerde patlama bekleniyor. Yılbaşında hediyeleşmeyi tüketim toplumunun çarklarına kapılmışlığın göstergesi sayanlar da, bayramda hediye vermeyi ölmüş bir geleneği hortlatma çabası olarak görenler de aynı tarihlerde mağazalara koşacaklar.
Göçmen kuşlar sıcak yerlere göç etti. Neyse ki bu sene griplerini memlekete döküp saçmadılar. Geçen sene olduğu gibi toplu tavuk ve hindi katliamları görüntüleri izlemedik. Ne kadar ilginçti çevremizdeki hiçbir ülkede görülmezken kuş gribinin bizde patlayıvermesi. Neyse ki Uğur Dündar ‘Hızır’ gibi yetişti de, belli bir dönem değil günü birlik tavuk katliamı yapıp bu işten para kazanan tavuk ve yumurta üreticileri az bir zararla krizi atlattılar. Tabii ticaret risk demek, onlar da risk aldı, fakat sonrasında Uğur Dündar rüzgarı ve o’nun ‘steril’ görüntüsüne kanan halkımız sayesinde beyaz et satışlarında patlama oldu. Köyden gelip pazarda tavuk satanlar ile küçük üretici bu ‘hamle’ ile saf dışı bırakıldı, bütün tavuklar poşete girdi ve zafer risk alanların oldu. Bu tavuk işkencecilerine daha sonra değineceğimden şimdilik burada bırakıyorum.
Ben yoruldum. Her hafta zülfüyâre dokunmaktan değil ama, buna tepki olarak yazılı ve sözlü olarak bana ulaşan haksız tepkilerden. “Stajyer hekimler vatandaşı gereksiz, haksız ve kanunsuz şekilde rahatsız etmesinler” dedim, ne doktorluğum kaldı, ne akademisyenliğim. “Doktor yazısı alın yazısı olup canlar almasın” dedim, hekim düşmanı ilan edildim. “Taşrada öğretim üyesi olmanın ne demek olduğundan bahisle, gerçek vatanseverler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gelin” dedim, fakirlik edebiyatı ve bölgecilikle suçlandım. “AB (Ahlaki Buzlama) sürecine maruz bırakılıp çocuklarımız çok erken yaşlarda cinsellikle tanışıp, ruhsal ve bedensel hastalıklara duçar oluyor” dedim, çağın dışında kalmışsın dediler. Ve nihayet, tamamı bilimsel dergilerde yayımlanan makalelerden derlediğim bilgilere dayanarak “beyin ölümü gerçek anlamda insanın ölümüne eşit değildir, beyni ölmüş olanların organları alınırken tansiyonu yükselir, nabız sayısı artar, bıçak darbelerine irkilme ile cevap verirler. Gelin bunları organ bağışı yapmak isteyenlere açıkça söyleyelim” dedim, ne şarlatanlığım, ne hekimliğim, ne sorumsuzluğum, ne organ nakli bekleyenlere düşmanlığım kaldı. Bu da yetmiyor gibi dernek üyeliği ve bilimsel toplantılara ambargo tehditleri savrulmaya başlandı. Hatta o kadar ileri gidildi ki bu köşedeki yazılarımın ne zaman sonlandırılacağı sorulmaya başlandı. O yüzden ben de bu hafta “öylesine bir yazı” yazdım.
Bunlar doğru şeyler değil. Yazdıklarımın tümünün arkasındayım. “Aydınlatılmış Onam: Kuyuya Atılmış Bir Taş” yazımdaki benzetmenin maksadını aşan bir ifade olduğu ve orada, ilgili kişilere özür borcumun olması dışında söylediğim ve yazdığım her şey, üzerinde yıllarca düşünülmüş ve sonuna kadar savunacağım düşüncelerdir. Ben de, pek çok akademisyen gibi kendimi, ülkesinin büyük maddi yatırımlar yaptığı, bunun karşılığında bildiği doğruları ve inandığı gerçekleri yazılı ve sözlü olarak dile getirip halkı ve meslektaşlarını bilgilendirmekle görevli birisi olarak görüyorum. Yalan yazmam, ama yanılıyor olabilirim. Bu yanılgımın bana gösterilmesi de herkesten çok beni mutlu eder. Geçen haftalarda dipnot olarak yazdığım gibi, Medimagazin’de köşe sahibi olmayı bir istismar unsuru olarak kullanmayı asla düşünmem. Yazdıklarıma katılmayanlar eleştirilerini bana yazılı olarak bildirirse, virgülüne dokunmadan yayınlamaktan memnun olurum. Bundan sonra “öylesine yazılar” yazmayı düşünmüyorum. Bazıları rahatsız olsa da zülfüyâre dokunmaya devam edeceğim. Şu da bilinmeli ki, eminim Medimagazin yönetimi, bu tür yazılardan rahatsız olanlara da köşelerini açacak kadar akademik ve demokratik olgunluğa sahiptir. Yeter ki o yüreklilik gösterilsin.