Hüzzam makamındaki pandemi günlerinde, güneşin ensemize yapıştığı, kalp çarpıntılarımıza “virüsle tanıştım mı, tanışacak mıyım” korkusunun vokal yaptığı dakikalarda, kim bilir kaçıncı kez suyla ve sabunla buluşan, artık kendisini oluşturan damarları karanlıkta bile görebilir hale geldiğim ellerim bu kez, “Akademik Akıl” için klavyede. Merhaba insanlığa aşkla bakanlar…
Dünya nüfusu olarak, aynı anda uluslararası haber ajanslarından evimizin salonuna ya da telefonumuza akan iletiler sayesinde hiç bu kadar korkmuş muyduk diye düşünürken, en katastrofik (facia doğuran doğal sebepler, felakete yol açan doğal nedenler) olanı, 11 Eylül saldırıları aklıma geliverdi. O dakikalarda, CNN’in yayınıyla tüm dünya televizyon ekranlarına kilitlenmiş, herkes bu büyük felakete saniye saniye tanık olmuştu. Ardından benzerleri geldi; ancak hiçbiri Covid-19 pandemi süreci kadar dehşete düşürmedi. Kitle iletişim araçlarının her formundan, özellikle içeriği sadece kullanıcı tarafından oluşturulabilen editoryal bağımsızlığa sahip sosyal medya hesaplarından taşan, kesinleşmiş bilgiden yoksun iletiler de uluslararası medyanın korku imparatorluğunu arsızca besledi.
Prag’daki Charles Köprüsü’nden Roma’daki Aşk Çeşmesi’ne kadar her yerde karşımıza çıkan, kimi zaman ağırlıklarınca fotoğraf makinesi taşıyan ve normal şartlar altında bile pasaport kuyruklarında maske ardından bize gülümseyen Çinliler ve Japonlar, kaynağı hala kesin bir şekilde tespit edilemeyen pandeminin sorumlusu olarak Avrupa’nın pek çok ülkesinde zenofobik saldırılara uğradı. Sorumsuz ve hedef gösteren yayıncılık anlayışının, bu ilk adaletsizliği değildi.
İnsan gerçekliğin, kendi yaşamını emniyete almaya, onu idare etmeye yetecek kadarını kavrayabilen bir yaratıktır ki bu, zaman terazisinin kefesinde ancak birkaç kısa bilgi ve mutluluk anıdır. Bu noktada gerçekliğin yeniden inşasını sağlayan ise medyadır. Neyin haber olup neyin algılanması konusunda, neyin algılanması gerektiği konusunda zorlu bir seçim yapılır. Topluma neyin bildirilip neyin arka planda tutulacağına eşik bekçileri (gatekeeper) karar verir. Okura ulaşan her gazete, izleyiciye ulaşan her haber bülteni bir dizi seçimin ürünüdür.
İnsanoğlunun gerçeği algılayışının, onun inanışlarının bir sonucu olduğu genel bir yargıdır. Bundan dolayı, olaylara karşı nasıl bir bakış açısı geliştireceğimiz, onun nasıl sunulduğuna bağlıdır. Medya da “sunucu” olarak başrolde bulunduğundan, sadece pandemi sürecinde değil, tüm önemli olaylarda algımızı yönlendiren, dolaşımı tüm dünyada büyük boyutlara ulaşan ana akım medyadır.
Günümüzde yüz yüze iletişimin çift yönlü, tartışmaya ve düzeltime açık yapısı kalmamıştır. Kitle iletişiminin kurumsallaşan yapısı içerisinde haber tüketicisi, iletide aktarılan bilgilerin gerçekliği, gerçekleşme zamanı ve yeri konusunda kendisine verilen bilgilere bağımlıdır. Böylece “haber tüketicisinin” kendi kişisel refleksini ve analiz şeklini oluşturabilmesi pek de mümkün değildir. En büyük eksiklik, analizdir. Sadece bir dakikalığına gözlerimizi kapayıp, bir gün içerisinde karşılaştığımız kadına uygulanan şiddete dair haberleri düşünelim.
İletişim teknolojisinin getirdiği yayılma gücü sayesinde maruz kaldığımız enformasyon, turgor basıncı gibi metabolizmalarımızı şişirirken, tanık olmadığımız şiddet türü kalmadı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde öğrenciyken, staj yaptığım Harbiye’deki TRT Haber Dairesinde ilk gönderildiğim haber, bir emekli büyükelçinin amansız hastalığı yüzünden çaresizce silahla intiharıydı. O günün akşamı ve izleyen günlerde yemek yemekte zorlandığımı, etkisinden günlerce kurtulamadığımı hiç unutmam. Günler geçti, aylar, yıllar ve başkalarının acısına bakmakla örselenen bir kalp kaldı geride. Trafik kazası haberleri gibi bütün detaylarıyla sunulan, şiddeti uygulayanın ağzından kan dondurucu bütün detayları izleyici-dinleyici-okur kitlesiyle paylaşan habercilik anlayışının, kadına uygulanan şiddetti azaltmada herhangi bir etkisi yok. Kadına uygulanan şiddetin haberciler tarafından sorumsuzca kurgulanması, şiddet uygulayıcılarının da dehşetengiz bir şekilde şiddeti modifiye etmesine yardımcı olmaktan öteye gidemiyor. Benim de içinde olduğum bir grup iletişim bilimciye göre medya, izleyici-dinleyici-okur kitlesi üzerinde mikro etkilere sahiptir. Bir başka deyişle, sırf medyada temsil edildi ve buna tanık oldu diye, her erkek hayatındaki kadına şiddet uygulamaz. Ancak bunu gerçekleştirmeyi kafasına koyduysa, medya aracılığıyla en etkili yol ve yöntemi aramaya başlar. İşte bu nedenle tanık olduğumuz, haberdar olduğumuz, üzüldüğümüz, dövündüğümüz, lanetleyip sosyal medyanın en karanlık noktalarında hashtagleyip yerden yere vurduğumuz kadına uygulanan şiddete dair haberlerin sonu bir türlü gelmek bilmiyor. Medya, topluma karşı yükümlülüklerinin olduğunu kabul etmeli ve bunları mutlaka yerine getirmelidir. Kadına uygulanan şiddetin nedenlerini akademiden de destek alarak disiplinlerarası bir yaklaşımla ortaya koymadıktan sonra, bu tür haberler de gündemden eksik olmayacaktır.
Pandemi günlerinde tüm haberciler, ellerinden gelen gayreti iletişim teknolojilerinin yardımıyla da gösterip kamuoyunu bilgilendirmeye çalıştı. Konvansiyonel gazetecilik tekniklerinin rafa kalktığı günlerde, dijital ortamlar ve bu ortamlara uyum konusunda medya çalışanları kendilerini güncelledi. Ancak, tıpkı şiddetin sunumunda olduğu gibi, koronavirüse dair haberlerde de içerikte sıkıntı baş gösterdi. Maske takmadan dolaşan “sorumsuz yaşlı” haberlerini, vatandaş tarafından itilip kakılan, başına su dökülen ve çocuk gibi azarlanan diğer “sorumsuz yaşlı” haberleri izledi. Maske takmadığı için kameralar tarafından teşhir edilen “sorumsuz vatandaş” haberlerini, toplu taşıma araçlarında kendisini uyaranları döven ya da kendisini uyaranlar tarafından dövülen maskesiz “sorumsuz vatandaş” haberleri izledi. “Sorumsuz maske kullanıcıları” haberleri de çevremizde karşılık buldu. Dirseğe takılan mı istersiniz, yoksa üzerinden burun sarkıtılan mı? Çene altı çok demode, tek kulak kullanışlı gibi görünüyor. Tek kulak modeli sokaklarda veya dumanlı hava sahası balkonlarda sigara tüttürmek için de hayli kullanışlı.
Avrupa’da ikinci dalganın başladığı şu günlerde, ana haber bültenlerimiz salgın haberleriyle açılışı yapsalar da, haberlerin salgın hastalık konusunda farkındalık yaratma noktasında etkisi sınırlı kaldı. Nefesler tutulmuş bir şekilde aşıdaki “evreka” nidaları beklenirken, o ana kadar geçecek sürede sokaktaki vatandaşın nasıl bir davranış modeli geliştirmesi gerektiği hala idrak edilemedi. Salgına karşı takınılan sorumsuz davranışların kökenine inilmedikçe, ki bu psikolojik, sosyal, ekonomik veya ilahi, -nasıl olsa bir gün hepimiz öleceğiz düşüncesi- olabilir. Medya, pandemiyi iyi anlatamamış ki düğünlerde davul susmadı, otogarda asker uğurlama bitmedi, köylerde halay durmak bilmedi.
Düş ve gerçek arasındaki çizgi, kitle iletişim araçları, özellikle de televizyon tarafından karartılmakta. Böylece sorunlardan bunalmış izleyicilere “kaçış” imkânı verilebilmektedir. Televizyon ekranı karşısındaki tutsak izleyici kitlesi, aylardır ekrandan akan pandemi görüntüleriyle düş ve gerçeği birbirine karıştırdı. Reyting yarışında, geriye düşünce çekimleri yoğun bakım ünitelerine aktarılan dizilerle, ortalama televizyon izleyicisinin yüreği çoktan örselenmişti zaten. Düşle gerçek, ölümle yaşam, hastalıkla sağlık, tedbirle tedbirsizlik kol kola. Günümüze değin hiçbir kültür şimdi bizim tanık olduğumuz gibi, şiddetin her rengiyle dolu bir ortamda var olmamıştı. Medyada yer alan görüntüler üzerinde “arşiv” uyarısının yer almadığı, televizyon haberlerinin video klip gibi kurgulandığı, kaynağı belirsiz ses ve görsellerin uçarcasına telefondan telefona atladığı şu günlerde, toplumun en çok ihtiyaç duyduğu şey “doğrulanmış bilgiye ulaşmak”.
Medyanın uymakla yükümlü olduğu düşünülen en alt düzeydeki etik sınırlamalar, sadece haberin doğru verilmesi, gerçeğe uygunluğu ve nesnelliği gibi konuları kapsamamaktadır. 1996 yılında Society of Professional Journalists (Profesyonel Gazeteciler Topluluğu), “objektiflik” kavramını etik kodlarından çıkardı. Çünkü yayın politikaları farklı olsa da, bu topluluğa bağlı pek çok gazeteci “objektiflik”, bir başka deyişle “nesnellik” kavramının gerçek dışı olduğunu düşünmekteydi. Nesnellik kavramını karşılayan, uluslararası medyanın yanı sıra Türk medyasının da etik kodları arasına alması gereken kavramlar, “adalet”, “denge”, “tutarlılık” ve “kapsamlılık”tır. Medyanın sosyal sorumluluk ilkesinden ödün vermeden, “etiket”lemeden, dezenformasyon (eksik ve yanlış bilgilendirme) ve “misinformation”a (bilgiyi saklama davranışı) başvurmadan ileti üretiminin yolu, bu formülleri içselleştirmekten geçmektedir.
Yoksa Hegel’in de dediği gibi, “Herkesin ve her şeyin özgürlüğü, boş özgürlüktür.” ve kimseye fayda sağlamaz.
1 yorum
Çok güzel, güncel bir belirleme; ayrıca uyarıcı yönüyle de bir akademisyen duyarlılığı taşıyan, özgün bir yazı. Yazar Nurdan Akıner’i kutluyor, benzeri makalelerini okuyucularından esirgememelerini dilerim.