Bazen insan alacağı ya da aldığı bir kararla ilgili olarak çevresindeki görüşlerine değer verdiği kişi ya da kişilerden görüş ister. Çoğunlukla istenen bu görüşün, alınan kararın doğruluğunu destekleyici nitelikte olması beklenir. Ancak; çok az oranda da olsa, görüş talep eden kişi kendince alınan kararın doğru olmadığını duymak ister. Aslında kişinin beklediği, kararının eleştirilmesi ya da kararının yanlış olduğunun söylenmesidir. Bu aşamada şahsın duymak istemediği tek cevap, hiç kuşkusuz ki “Sen bilirsin.”dir.
“Sen bilirsin.” cevabı, gerçekte çok yavan ve çok sığ bir cevaptır. Bu cevap, sorumluluğa katılmak istememenin kibar ve nazik bir yoludur. Eğer “Sen bilirsin.” cevabını veren şahıs bir çocuğun annesi ya da babası ise bu cevap çocuğu örseleyebilir. Eğer “Sen bilirsin.” cevabını veren şahıs bir evlilik birliği içerisinde eşlerden birinin cevabı ise diğer eş travmatize olabilir. Eğer “Sen bilirsin.” cevabını veren şahıs bir hekimse hastası kılavuzsuz kalabilir.
Bilimsel tıbbın kurucusu Hipokrat, hekimliğin sanat yönünü ön plana çıkarırken hekimi baba ile sembolleştirmiş ve hastasına baba gibi davranması gerektiğini belirtmiştir. Yaklaşık 2500 yıl boyunca hekim-hasta ilişkisinin ana temasını oluşturan paternalizm, özellikle liberalist düşüncenin genel geçer akım olarak kabulü ile birlikte örselenmiş, 1960 yılından sonra da, özerkliğe saygı ilkesi ve otonomi düşüncesi ile tıp sahnesinden hızlı denilecek şekilde çekilmeye zorlanmıştır.
Gelinen noktada tıp, sanat yönü ağır basan bir etkinlik alanından labirentler içerisinden çıkışa varılmaya çalışılan, tabelaların ve okların sadece hastaya değil hekime de yol gösterdiği, 2+2’nin her zaman 4 etmesi gerektiği bir matematik işlemine dönüştürülmüştür.
Özerkliğe saygı ilkesi ile birlikte kendi vücudu ile ilgili olarak tıbbi işlemlerde karar verme sürecine sokulan hasta, bu ilkenin özünün anlaşılamaması ya da bilerek ya da bilmeyerek abartılması nedeni ile tüm sorumluluğu üstlenmeye ve giderek yalnızlaşmaya itilmiştir. Bu yalnızlaşma, hasta ne kadar sağlık hizmetlerine kolay erişirse erişsin, mutsuzluğu da hasta için beraberinde getirmiştir. Mutsuzluk ise yalnızca sağlıklı insanı değil, hasta insanı ve yakınlarını da şiddete iten bir katalizördür.
Yukarıda anılan dünyadaki kısır döngüyü hiç kuşkusuz ki, dünyadaki değişimleri yakından izleyen ülkemizde de son dönemlerde çok acı bir şekilde görmekteyiz. 1928 yılında çıkarılan şiir gibi bir adı olan Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’daki tıbbın sanat yönü budanırken aslında ülkemiz tıbbını bir açmaza da götürmekteyiz. Sağlık personeline yönelik şiddet ve tazminat davaları oransal olarak önemli bir artış gösterirken, özellikle cerrahi branşlara teveccühün azalması, bir yaşam tarzı ve gün yirmi dört saat, bir faaliyet olan hekimliğin devlet memurluğu şeklinde mesai saatleri içerisine hapsedilmesi anlayışı gelecek günlerin sıkıntılarına çok geç olmadan dikkatimizi çekmelidir.
Hiç kuşkusuz ki, hekimi sorumsuz bir meslek adamı olarak göremeyiz. Ama şu da iyi bilinmelidir ki, hekimden ölümsüzlüğü vaat etmesini bekleyemeyiz. “Guideline”ların ya da kılavuzların boyunduruğunda kanıta dayalı tıp kavramı altında fizik muayeneyi unutmuş ve tanı yöntemlerinin kucağına itilmiş olan, özerkliğe saygı ilkesi ve aydınlatılmış onamla elindeki yetkileri sınırlandırılan, SUT ile atacağı her adımda ekonomiyi ön plana koyması gereken ve tüm anılan nedenlerle sorumluluk almaktan ürken bir hekimin hastasına yararı önemli şekilde sorgulanmalıdır.
Bu sorgulama, en azından 2500 yıl önce Hipokrat, 1900 yıl önce Galen, 1000 yıl önce İbn-i Sina yetiştiren dünya adına yapılmalıdır.
“Sen bilirsin.” cevabı, ne anne-baba ne her bir eş ne de devlet için iyi bir cevap değildir. Özellikle de hekim için.