Hepimizin bildiği gibi, hekimler son yıllarda “performans” denen, ne olduğu da değil doktorlar tarafından, bu düzenlemeyi yapanlar, diğer bir ifade ile icat edenler tarafından da tam olarak anlaşılamayan bir durum ile karşı karşıya kalmışlar, daha doğrusu mecbur bırakılmışlardır.
Peki, performans denen, meslektaşlarımızın kişiliklerini dahi zedeleyebilecek, hastalara ve ülke ekonomisine menfi tesirleri bulunabilecek, bir türlü rayına oturtulamamış bu uygulamanın, tıp öğrencilerinin, araştırma görevlilerinin, uzmanların ve hangi kademede olursa olsun akademisyenlerin eğitimlerine, kendilerini geliştirme ve tecrübe kazanmalarına, diğer bir ifade ile ustalaşmalarına ne denli kötü etki edebileceği hiç düşünüldü mü?
2547 sayılı Üniversiteler Kanunu muvacehesinde tıp fakültelerinde ve Sağlık Bakanlığı yönetmeliklerince eğitim veren hastanelerde eğitim ve öğretimin hem uluslararası standartlar hem tıbbi deontoloji ve hem de hiyerarşik yapının kendine mahsus geleneksel kuralları çerçevesinde yapılması gerekmektedir. Bu durum onlarca yıldır, hatta bazı değişikliklerle de asırlardır, dünyanın birçok ülkesinde bu şekilde süregelmiştir.
Üniversite hastanelerinde, sabahları o ana bilim ya da bilim dalının en kıdemli hocası veya çalışma gruplarına ayrılmışlar ise o grubun en kıdemli ve en tecrübeli hocası, profesör ise profesörü, doçent ise doçenti başkanlığında, öğrenciler, asistanlar, başasistanlar, uzmanlar, yardımcı doçent ve doçentler tüm hastalarının vizitine çıkarlar. Vakalar takdim edilir, hoca katılımcıların fikirlerini alır, konseyde tartışılır, herkes bir şeyler öğrenir, tecrübelerine katkıda bulunulur, her hasta için ayrı ayrı tedavi ya da ameliyat planları ve ekipleri belirlenir, poliklinik faaliyetleri değerlendirilir, problem olgular kıdem sırasına göre tecrübeli hekim ve hocalara sunulur ve gerekli tedavi haritaları belirlenir. Ameliyatlarda kıdemli cerrahlar kontrolünde eğitim verilir, el maharetleri ve san’atı geliştirilir. Bir anlamda otokontrol sistemi ile herkes çıraklıktan kalfalığa ve ustalığa geçerek daha fazla tecrübe kazanır. En kıdemli hoca bile, daha da ustalaşır. Biz bunu yıllardır böyle gördük, böyle bildik ve böyle uygulaya geldik. Eğitim hastanelerindeki uygulamaların da, bu veya buna benzer bir şekilde cereyan etmesi gerekir. Zira tıp, hem çok muhterem bir bilim, hem de çok muazzez bir san’attır. Hukuki sorumluluk olmasa bile, geleneksel ve vicdani müteselsil mesuliyet söz konusudur.
Hâlen mevcut ve meri olan “Performans Yasası” ile uzmanından yardımcı doçentine (ne demekse), doçentinden profesörüne kadar her öğretim üyesi, münferit tıbbi faaliyet göstermeye sevk, hatta teşvik edilirse, yöneticiler de bu çerçevede tamim ve genelge yayınlarsa, bu kapitalist âlemde “para-para” mülâhazaları galip gelir ve bu bahsettiğimiz tıp ve uzmanlık eğitimi çok büyük yara alır.
Maalesef bugün gelinen nokta da bundan farklı değildir. Yeterli denetim ve kontrol mekanizmaları olmadığından, disiplinize edilemeyen, bilahare nemelâzımcılığa sebebiyet verecek bir yapı tesis edilmiştir. Çoğu kliniklerde, biraz da bu sebeple hoca kalmamış, düzen bozulmuş, konsültasyon, fikir alma, danışma ve saygı-sevgi hicret etmiş; herkes başına buyruk hareket etmekte, bağımsızlığını ve en büyük hocanın kendisinin olduğunu ilan etmiş ve akademik kaos baş göstermiştir. Ne yazık ki eğitim, performansa feda edilmiştir!
Akademik hayatım süresince binlerce doktor, asistan, uzman, yardımcı doçent, doçent ve profesör yetiştirdim. Öğrencilerimden, diğer akademisyenler bir yana, on-on beş yıllık kıdemli profesörlerin bırakın herhangi bir saygısız hareketlerini, dört yıldır emekli olmama rağmen, bugün bile yanımda sigara içtiklerine bile şahit olmadım. Şimdilerde kulağıma gelen haberlere göre, iki günlük yardımcı doçent, profesörün yüzüne sigarasının dumanını üflüyormuş! İşin özeti, en hafif ifade ile kimsenin kimseyi taktığı yok!
Bir an önce bu “Performans Sistemi”nin yeniden gözden geçirilmesi, sağlıklı, adil, rasyonel ve kalıcı düzenlemelerin yapılması, meslektaşlarımızın, üzerlerinde bir kambur gibi duran bu payandadan bu lekeden bu kirden kurtarılması gerekmektedir. Aksi takdirde, tarih önünde ne doktorlar ne biz akademisyen hocalar ne fikir üretmek durumunda olan yazarlar ne yöneticiler ve ne de yetkili sorumlular mesul, mahkûm, zelil ve rüsva olmaktan kurtulamazlar.
Biliyorum, karamsar bir tablo çizerek canınızı çok sıktım. Fakat ne yazık ki hadise bundan ibaret.
Duâ niyetine, Ârûzî bir Münacaat Rubâîmizle gönlünüzü alalım.
(Allah’ım Yeter, YÂ HAYY! Ötüken Yayınları, İstanbul, 2014)
ALLAH’IM YETER!
(Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün)
Yok ümîdim, gelmiyor hiç ses, sedâ, yok bir haber,
Ar eder mecnûn bu hâlim görse, Yâr bilmem ne der!
Gözlerimden kanlı yaşlar, aktı gitti, bî mecâl,
Çok cefâ çektim, perîşân oldum, Allah’ım yeter.