Antik Yunan, felsefi düşüncenin ve toplumsal yapının şekillendiği bir dönemde, büyük filozofların fikirleri hâlâ günümüzü etkileyen izler bırakmıştır. Aristokrasi’nin kurulum aşamasındaki Yunan dünyasında, toplumsal yapılar, güçlü bir oligarşinin etkisi altındaydı. Oligarşik düzenin yaratılmaya çalışıldığı bu ortamda, Sokrat’ın ahlaki bir düzen arayışı ile Sofistlerin pragmatik yaklaşımları arasında derin bir çatışma vardı. Sofistler, gerçekliği göreceli ve esnek bir biçime dönüştürerek, kendilerini, mevcut düzenin içinde var olan çıkarların savunucusu haline getirdiler. Ancak Sokrat, her şeyin ötesinde bir insanın doğru ve iyi olma arayışında olması gerektiğini savunuyordu.
Bu arayışın en önemli tezlerinden biri, toplumun, insanların ahlaki doğrulara ve bilime dayalı bir düzende bir arada yaşamalarının sağlanmasıydı. Ancak, günümüzün ve geçmişin toplumsal yapılarında görülen oligarşik düzenler, bu düşünceleri zorluyor ve bazen bastırıyordu. Sokrat’ın idealleri, eski Yunan’daki “doğru”nun peşinden gitmeye çalışanların – bir anlamda hapiste kalmalarına – yol açıyordu. Zira sofistlerin, bireysel çıkarları ve pragmatizm ile şekillendirdikleri düşünceler, çoğu zaman aristokratik ve oligarşik düzenlerin güç kazanmasına hizmet etti. O zamanlar, toplumların doğruya ve gerçeğe dair düşünceleri, genellikle bu düzenin çıkarları doğrultusunda şekillendiriliyordu. Peki, bu şartlar altında, Sokrat’ın ahlaki düzen anlayışı, Platon’un İdealar dünyası ve bunların modern zamanlardaki yankıları, gerçekten toplumsal bir dönüşüm yaratabilir mi?
Bir örnek üzerinden düşündüğümüzde, Antik Yunan’da Demokritos gibi düşünürler, doğanın, atomlardan oluştuğunu ve evrende her şeyin bir nedeni olduğunu savunuyorlardı. Bu, o dönemin insanların dünyayı anlamak için geliştirdikleri bilimsel temellere dayalı bir bakış açısıydı. Aynı şekilde, Heraklitos, her şeyin sürekli bir değişim ve hareket halinde olduğunu belirterek, dünya görüşünün evrimsel bir perspektife dayanması gerektiğini savunuyordu. Ancak bu filozofların düşüncelerinin de, o dönemin devlet ve iktidar yapılarıyla ne denli uyumsuz olduğu aşikâr. Zira onların görüşleri, bireysel özgürlükleri savunuyor, mutlak ve sabit olanı reddediyordu. Oysa Sokrat, bu tür düşünceleri sınırlandırarak insanın akıl ve erdem yoluyla doğruya ulaşmasını savunuyordu.
Bugünse, dünya üzerinde birçok ülkede – Türkiye, ABD gibi – bu tür filozofların düşünceleri, ne yazık ki tam anlamıyla uygulanamıyor. Oligarşilerin egemen olduğu toplumlarda, kanunlar yalnızca birer görsel araç haline gelebiliyor. Türkiye örneğinde, adaletin bazen çıkar gruplarına göre şekillendiğini ve halkın çoğunluğunun sesinin duyulmadığını görmekteyiz. Örneğin, Sokrat’ın doğru ve erdem anlayışının hâlâ bir hayal olup, pratikte güç odaklarının kararları ile sınırlı kaldığı bir ortamda, ahlaki düşünceler hapiste kalmaya devam ediyor.
Bunun yanı sıra, küresel ısınma, doğanın tahribatı, savaşlar, hegemon çıkarlar ve adaletsiz düzenler gibi günümüzün problemleri de, geçmişteki filozofların bakış açılarını hâlâ güncel hale getiriyor. Empedokles’in doğanın ve insanın bir bütün olduğunu savunan düşünceleri, günümüzde doğa katliamına karşı uyanan bir bilinçle paralel bir anlam taşıyor. Ama bu bilinç, büyük şirketlerin ve politik çıkarların gölgesinde ne kadar yankı bulabiliyor? Hegemonik güçlerin çıkarlarına dayalı kurulan ekonomik sistemler, demokrasiyi ve adaleti ne kadar işlevsel kılabiliyor?
ABD örneğinde, savaşlar ve uluslararası hegemonyanın nasıl adalet anlayışını zedelediğini görebiliyoruz. Dünya genelinde yaşanan savaşlar, milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine, doğanın katledilmesine ve toplumsal yapının bozulmasına yol açmaktadır. Küresel ısınma gibi acil bir sorun karşısında, hâlâ büyük ülkeler ve şirketler, kendi çıkarlarını ön planda tutmaktadır. Bu durum, Antik Yunan’da olduğu gibi, bireysel çıkarlar ve toplumsal düzen arasındaki çatışmanın modern bir yansımasıdır.
Sonuç olarak, Sokrat’ın ahlaki düzene dair arayışı ve Platon’un İdealar dünyası, yalnızca bireysel erdem ve doğruya ulaşma çabasıyla sınırlı kalmamalı; toplumsal yapının yeniden yapılandırılmasına da yönelmelidir. Sokrat’ın ideallerinin hapiste kalmaması için, insanlık, çıkarları bir kenara bırakıp, ortak bir ahlaki zeminde buluşarak, bireysel özgürlükleri ve eşitliği savunmalıdır. Bugün, bu düşünceler, küresel ölçekte daha adil, sürdürülebilir ve demokratik toplumların inşa edilmesi için bir rehber olabilir. Tıpkı Empedokles’in doğa ve insanın bir bütün olduğu görüşü gibi, toplumsal düzenin de insanlık ve doğa ile uyumlu bir şekilde yeniden şekillendirilmesi gerektiği gerçeği her geçen gün daha belirgin hale gelmektedir.