Eğer seni bu yeryüzü unutursa de ki sessiz duran toprağa: Ben akıyorum. (Rainer Maria Rilke)
Denir ki, felsefenin aziz ve kadim üstadı Platon, filozofluğundan önce bir şairdir; geride bıraktığı eserlerinden süzülen muhayyilesi ispatıdır şairliğinin. Nitekim semavi dinlerin manevi teşekkülünde de hissettirir bu etkisini çağlar boyu.
Diyaloglarında hocası Sokrates’i konuşturur hep, ona karşı hissettiği sevgi, beraberindeki vefa ve minnet borcu sebebiyle olmalı bu.
İdeal devletini oluştururken kendi dogmalarından kurtulabilmiş midir? En iyiye ulaşmaya çalışırken ötekiler üzerinde tahakküm oluşturmaktan kaçınabilmiş midir? İdealizmin olduğu her yerde bir tür ötekileştirme bilinci var olmaya devam etmez mi derinlerde? Ötekine karşı duyulan yabancılık hissi. Sahibine bile karanlık olan o meşum derinlerde. Lâedrî. Güle doğru meylederken ezilen kır çiçekleri misali. Özgürlük ve eşitlik beklentisine rağmen üstelik.
Sokrates’in diyalektik yürüyüşü Raffaello’nun Vatikan’da sergilenen ‘Atina Okulu’ freskinde betimlenir. En sevdiği işi yaparken resmedilmiştir Sokrates: sohbet ederken. Adeta parmaklarını saymaktadır bir yandan, olası varsayımları eleyerek asıl ilkeye yükselmeye çalışırcasına. Aristoteles’in elinde ‘Ethica’sı durmaktadır, Platon’unkinde ‘Timaios’, onun elinde ise hiçbir kanıtı yoktur, sadece söz vardır, logos.
Platon ‘Devlet’inde diyalektiği bilimlerin doruğu olarak tanımlar, ne ki talebesi ve takipçisi olan Aristoteles diyalektiği ve bir bakıma doksa’yı aşarak kesin bilgiye, episteme’ye ulaşabilmek için apodiktik bilginin savunucusu olacaktır.
Mağara, insanın güvenlik arayışının en ilkel belirlenimlerinden biri. Conatus’un vazgeçilmezi. Yeraltında bir mağara düşler Platon, içinde insanların yaşadığı bir mağara.
Önde boydan boya ışığa açılan bir giriş.
İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar.
Ne kımıldanabiliyor, ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar.
Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar.
Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında.
Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var.
Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi arasına koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar.
Toplu yaşanan mağaralar bir yana, her insanın kendince, kendine has bir mağarası da vardır muhakkak. Kimsenin, çoğu zaman kendisinin bile bilmediği, farkında olmadığı duygularını, korkularını ve en önemlisi önyargılarını beslediği, büyüttüğü, bilincini uyuşturduğu bir sera. Son derece korunaklı, dış dünyanın gerçekliklerini kendi mağarasının koşullarına göre, arzu ettiği biçimde yamulttuğu, şekillendirdiği bir süzgeç mesabesinde. Bir adaptasyon mekanizması, sırf yaşamda kalabilmek için.
Platon bu hayali dünyada gördüğümüz şeylerin, belki de gördüğümüzü zannettiğimiz şeylerin gölgelerden ibaret olduğunu söyler bize, kendi üslubunca uyarır bizi, bize öğretilenlere karşı. Bu bağlamda kuşku yegane kurtarıcısıdır insanın, bir de bilinmeyene, ötekine karşı duyulan merak belki de. Körü körüne bağlanmak yerine kuşku duyabilmek, sorgulayabilmek. Bir başka pencereden de bakabilmeyi, empati yapabilmeyi mümkün kılan. Platon’un gölgeleri sonraları Yeni Platonculuk ile birlikte İbn Arabi’de farklı terminolojilere bürünecek olsa da hakikatinden bir şey kaybetmeyecektir temelde. Şeyh-i Ekber’in gölgeleri de ayan-ı sabiteler aracılığıyla en nihayetinde idelerle birleşecektir.
Derken mahpuslardan birini kurtarmak ister Platon, ayağa kaldırır onu, başını çevirir ve ışığa bakmaya zorlar adeta. Gözleri kamaşıncaya kadar, hatta kamaşsın diye, inadına.
Sonra aynı adamı mağaraya geri getirir, aydınlığa alışmış gözler bu kez karanlığa tahammül edebilir mi diye sorar bize, cevap bellidir.
Artık gördüğü dünya eskiden bildiği dünya değildir. Bir başka kapı açılmıştır önünde. Ne diğerlerinin sevdikleri şeylerden keyif alır, ne onların kaçındıkları şeyler ürkütür onu. Elde ettikleri kazançlar, birbirlerine verdikleri değerler, şöhret, itibar, ödül ve ceza. Her biri dokundukça kaybolan birer sabun köpüğü mesabesinde, birer yanılsamadan ibarettir artık. Ve fakat kendi içinde bulunduğu hali diğerlerine açıklayabilmek de kabil değildir öte yanda. Ölçütler tümüyle farklıdır çünkü. Böyle bir insan ne basit oyuncaklarla avutabilir kendini, ne de körü körüne kabullenebilir ona söylenenleri.
Platon sonrasında, akıl almaz bir biçimde, bu aydınlanmış bireyi devletin başına getirmek ister. Ona göre devletin başındaki yönetici, bir filozof yetkinliğinde olmalıdır. İdeal ve erdemli bir devlete sahip olmanın tek yoludur bu. Aksi halde ‘iyi’ ideasına ulaşabilmek mümkün değildir yönetimde. Fakat böylesi bir devrim mümkün müdür? Siyasetin o umarsız çarkına kapılmayacak, tabir yerinde ise kurt kapanında yaşamda kalabilecek herhangi bir erdem tasavvur edilebilir mi? Siyasetin kendine özgü bir ahlakı vardı nihayetinde, orası bir başka kulvar değil miydi? Burada durmalı ve düşünmeli değil miyiz? Platon’un filozof kralının karşısına Macchiavelli’nin prensini koyarak hem de.
Nitekim Platon kendi kendini de eleştirir bir yandan, ancak kavranan dünyanın sınırlarında var olabilir iyi ideası, böyle söyler. Filozofun gözleri dünyaya alışamaz, diğerlerinin keskin gözleriyle görebildiği ve hesabını yapmaktan keyif aldığı şeyler, gündelik telaşlar bulanık görünür filozofun gözlerine. Görünen dünya aldatıcıdır çünkü, aldanmak isteyenler içindir. Oysa bir yandan övülesi, bir yandan acınası bir haldir filozofun hali. Işıklı bir dünyadan geldiği ve karanlığa alışamadığı için midir bocalaması, yoksa aydınlıktan kamaştığı için mi bulanık görmektedir gözleri. İkisi arasında fark var mıdır, varsa mahiyeti nedir, bilinebilir mi?
Nihayetinde Platon’un philosophos’u altın zengini değil, akıl ve erdem zengini olmayı amaçlamaktadır, bir başka yolun yolcusudur.
Hades’ten tanrılar arasına yükselen kahramanlar gibidir o. Karanlıktan aydınlığa doğru çevirmiştir bakışlarını ruhunun. Görünen ile kavranan arasındaki farkın idrakına varmıştır.
Lars von Trier, kendine özgü anlatımıyla, ironik ve yırtıcı ögelerle bezediği ‘Melancholia’sında Justine’e inşa ettirdiği ‘Magic Cave’i yaratırken Platon’un mağarasından esin almış mıdır, bilinmez. Justine modern bir Cassandra gibidir orada, tanrısal sözler fısıldayan. Ya da dişi bir Prometheus belki. Her şekliyle mağara insan için primitif bir sığınak mesabesinde hala, eski bir dost. Anne rahmi gibi, sıcak ve güvenli. Korkularına rağmen, belki de onlar sayesinde, gözlerini hakikate kapamayı tercih ettiği bir kör kuyu. Oysa her ne kadar ihmal edilmeye çalışılsa da, hakikat, tıpkı bir sevgili gibi bekler insanı. Tüm bu karmaşanın ortasında. Belki sessiz, belki çığlık çığlığa. Belki çok uzağında, belki de kendi yitip gitmiş labirentlerinde.
Kaynak:
Platon, Devlet (Yedinci Kitap), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, İstanbul, 2016.
Dücane Cündioğlu, Mağara Metaforu Üzerine Dersler ve Söyleşiler.
Görsel:
Edvard Munch, Çığlık, 1893.