“Allah’tan başka koruyucu arayanların durumu örümcek misali gibidir. Bir ev edinmiştir, fakat evlerin çürüğü de şüphesiz örümcek evidir, eğer bilebilselerdi.” (29/Ankebut, 41) Bu yazının temel tezi; modernlikle birlikte yaşanan kırılmaların, bugün gelinen noktada insanı evsizleştirerek ontolojik güvenlikten yoksun bıraktığı; bunun doğal sonucu olarak insanın evsizleştiğidir. Bu evsizleşmenin kritik sonucu giderek derinleşen şizofrenidir; şizofrenik bir hayattır.
İnsanın cennette başlayan serencamında dikkat çeken önemli nokta; insanın evinde olması ve bir güvenlik problemi yaşamamasıdır. Elbette ilk vücut bulduğu andan itibaren “geçicilik” ve “fanilik” niteliğinin farkında olan insanın temel arzularından birisini ebedilik oluşturmuştur. Nitekim İblis tarafından iğva edilmesinde önüne konulan tuzak “ebedilik” idi. Bu bağlamda İslam’ın teolojisinde de yer alan ontolojik bir gerçekliği tekrar tespit edelim. İnsan yaratılmış, fani; dolayısıyla mümkün bir varlıktır. Yani olması kadar olmaması da düşünülür. Bunun karşısında Vacibu’Vücut olan tek varlık ise Tanrı’dır. Tanrı’nın varlığı zorunludur.
İnsanın serencamı İblis’in iğvası sonucu dünyaya düşüşü ile sonuçlandı. Böylece işledikleri bu suç bir yandan Tanrı’ya karşı bir mahcubiyeti diğer yandan dünyaya düşüş ile evinden kopuşu da birlikte getirmiştir. Esasen evsizliğin temel sebebi, Tanrısal bir himayeyi yanlarında hissetmemeleridir. Zira Adem ile Havva “ev”in sahibinin otoritesiyle uyumlu davranmamışlardır. Kur’an “birbirinize düşman olarak inin; size yeryüzünde belli bir vakte kadar yerleşecek yer ve nasiplenecek meta vardır” (2/Bakara, 36) derken kanaatimizce üç önemli noktaya temas etmektedir. Bunlar; belirsizlik, gelip geçicilik ve evsizlik.
Dünya hayatı bir rekabet, insanlar arası düşmanlık vb. birçok sebeplerle çatışma ve belirsizlikler barındırmaktadır. Öte yandan deprem, sel vb. ile savaş, açlık, kıtlık, hastalık gibi tabii ve sosyal felaketler sürekli insanı beklemektedir. Ayrıca dünya hayatı geçici bir konaklama yeri olarak insanın nihai mekanı değildir. Dünya hayatı sonlandıktan sonra ebedi hayatı başlayacak; dolayısıyla evine tekrar kavuşabilecektir.
Bir sonraki âyette “Adem Rabbinden bazı kelimeler aldı ve bu kelimelerle yalvardı; O da tevbesini kabul etti” (2/Bakara; 37) Burada insan için dünya hayatının bir imkan haline gelmesiyle birlikte insan ile Tanrı arasında yeni durumun bir sözleşmesi ile insanın Rabbine karşı sunduğu “credo”nun ifadesi bulunmaktadır. Böylece bir nokta açığa çıkmış olmaktadır. Adem’in çocukları için dünya gözlerini açtıkları bir mekan olmakla birlikte, nihai bir ev ya da konaklama yeri değildir. Dolayısıyla insan asli mekanını asla unutmamalıdır.
Bu sebeple insan özellikle dinlerin bildirimleriyle dünya ile sınırlı olmayan “aşkın” boyutlu bir varlıktır. Bu bağlamda insanın dünya ötesinden yeryüzüne inmesi ve nihayetinde nihai mekanına göçmesi bunun temel göstergesidir. Ancak aşkınlık anlamında asıl söylenmesi gereken, insanın Tanrı’dan nefha taşıyan bir varlık olması ve Tanrı ile ilişkisi sebebiyledir. Son kertede Tanrı ile ilişkisinin koordinatlarını kaybeden insan, aslında aşkınlığını kaybederek bir evsizliğe mahkum olacaktır.
Sıklıkla belirtildiği üzere dünya tarihinde modernizm ciddi bir kırılma noktası oluşturmuştur. Zira Tanrı merkezli bir evren ve dünya görüşünden insan merkezli evren anlayışına geçmiştir. Bu ise en başta “aşkın”lıktan “içkinliğe” dönüşümü ifade etmektedir. Zira modernizm “hemen” ve “şimdi” anlamlarından yola çıkarak insanın anlamını bu dünyada bulacağı bir içkinlik inşa etmiştir. Bu durum insanı, dünya ile sınırlı bir varlık haline getirmiştir.
Bilindiği üzere modern dünya insan için en başta özgürlük vadetmiştir. Özellikle insan için sınırlamaların dinden ve Tanrı’dan geldiği; dolayısıyla öncelikle dinden ve Tanrı’dan azade oldukça özgürleşebileceği ifade edilmeye devam etmektedir. Halbuki insanı dünya ile sınırlamak, onu bir kapalı sistem ideolojisi haline getirmektedir. Dünyanın ötesine açılması ise hem aşkınlığını vurgulamakta, hem de bir açık sisteme göndermede bulunmaktadır.
Modernizm bir yandan insanın Tanrı’ya referansta bulunmadan bir dünya inşa edebileceğine inancı ifade ederken, diğer yandan dünyayı da insan için anlamını kendi içkinliğinde bulduğu yegane “ev” i haline getirmek istemiştir. Bu durum hem insanın Tanrı ile olan bağının çözülüşünü hem de insanı gelip geçicilik duygusunun kapsayışını sonuçlamaktadır. Postmodernizm ise bu sürecin bir devamı olarak insanın kapsama alanını daraltarak, kavramları dönüştürerek dünyaya odaklanmasını pekiştirmiştir.
Tanrı’dan kopuşla birlikte dünyada yapayalnız kalan insan, bunun bıraktığı boşlukları yine dünyevi enstrümanlarla doldurmaya çalışmaktadır. Tanrı’sı ile arası bozulan, onun yerine kendi cirmine bakmadan göz diken insan, göklere kadar diktiği evlerde ontolojik güvenliği aramaktadır.