Hayat seçimlerimizle şekillenir ve kâh mutlu kâh mutsuz akar gider. Bize okullarda neredeyse her şeyi(!) öğretirler! Ama nedense, hayat boyu kullanacağımız çoğu şeyi öğretmez, daha da garip olarak düşünmezler bile.
Bugün bir dostumun anısı üzerine yazmak istiyorum.
30 Nisan 2008, o günlerde çok yakın bir tarihte ani olarak kaybettiğimiz kardeşimizin yasını tutuyordum. Bir kayıpla nasıl baş edeceğimizi de kendi kendimize veya nadiren de profesyonel yardımla öğreniyoruz. Çok üzgün ve kederliydim o günlerde. Her şeyi yeniden sorguluyor ve yaşamın biraz da anlamını yitirdiğini hissediyordum. İşte o sabah herşey yeniden başladı! Vizite geldim bir sabah ve benden genç arkadaşlarımın bir gizemleri olduğunu fark ettim. Sevmem ben öyle gizemleri, saklı gizli işleri. Ne oluyor demeye kalmadan, yataklardan birinde çok sevdiğim ve saydığım meslektaşım, arkadaşım Prof. Dr. Ali Özeren’in yattığını fark ettim. Ne zordu bizim mesleğimiz! Neden bu kadar zordu? Neden ben bu kadar acı çekiyordum? Gel de dayan!
Böyle anlarda insan olmak, olabilmek galiba her şeyden daha önemli. Unuttum hocalığımı, aklımda sadece hekimliğim ve arkadaşlığım kalarak başladık müdahaleye. Arkadaşlar tedaviye geceden başlamışlar zaten. Yeniden değerlendirmeler, tekrar tekrar gözden geçirilen tedavi protokollleri ve hep sorular! Neden o? En yeni ne var? Aslında biliyoruz sonucu; ne yapsak o artık eskisi gibi olmayacak. Her sabah yoğun bakımın kapısında belirip, zarif bir selamlama ve zekâ ile pırıldayan bakışlarla orada olamayacak. Herşeyin farkındayız, ama uğraşa devam!
Bazılarımız daha çok yük yükleniyoruz. Zaman zaman acıları kalbimize gömüp, hep birlikte hayata tutunmak istiyoruz. Beceriyoruz da. Ama o artık bizi duymuyor, orada yatıyor, ama biz kimiz, bilmiyor. O gün en çok kim ağladı, bilmiyor. Başını hangimiz okşadık, birlikte yiyemediğimiz yemek için en çok hangimiz üzüldü, bilmiyor. Öylece yatıyor!.. Bazen göz pınarlarında yaşlar var bazen de tanıdık bakışlar.
Biz spekülasyona hazırız, umut etmek istiyoruz. Hepimiz! Arada bir, bir araya gelip üçlü beşli Ali’nin kulaklarını çınlatıyoruz. Çoğunlukla da, eğer sohbet tıbbi değilse ağlama nöbetlerine tutuluyoruz.
Böylece neredeyse beş yıl geçti. Ben kaçtım, görmeye dayanamadım. Birileri hep onunla oldu ve ona bunca zaman baktı. Kendi kliniğinde, konsültanı olduğu yatakların en dramatik hastası oldu.
Dile kolay! Neredeyse beş yıl, ben yuvarladım tarihi, küsurata tahammülüm yok!.. Konuşuyoruz Ali’nin can dostlarıyla, çok baktılar, ama artık sona geldik! Hangi son?..
Ben söz verdim. Sepsise girerse -gerçi kim bilir kaç kez girdi çıktı-, alırım bizim kliniğe diye. Bu kez ben bakacağım bir kez daha… Bunları duydu sanki ve anlamlı mı değil mi, bilmiyorum; o inlerken ben aldım bizim kliniğe. Bu kez dayanırım sandım, yine olmadı! Başa sardık. O da ağladı sanki bizimle ya da biz ağladık onunla bilmiyorum. Sonunda kaybettik!..
Maya takviminde kıyamet kopmadı, ama Ali için kıyamet 28 Aralık 2012’de koptu. Acısı dindi diye düşündük. Ağladık ona…Ağladık yitip gidenlere!..
Kaç meslek mensubu bunları yaşar ki? Arkadaşımızın birine dedim ki: “Bizim işimiz çok travmatik.” Aldığım yanıt iç kanatıcı. “Şekerim daha az üzücü bir branş seçseydin benim gibi.” Haklı belki de! Ama bu işi birileri yapacak işte.
Geride çok çalışılmış, çok üretilmiş bir yaşamın öyküsü; boş bir hesap cüzdanı ve yerel gazetenin ana sayfasında tören görüntüleri ve ağlayan bizler!
Sistemde nelerin aksadığını otoritelerle birlikte sorgulama ve bizim birbirimizi sadece ölümlerde değil de sağlıkta da düşünme vaktimiz gelmedi mi? Hepimiz üzgünüz, her ölümde biraz biraz ölüyoruz. Hep hayatın acılı yanıyla yaşamak, her gün görmek ölümü! Her ölümde kendi ölümü ile yüzleşmek çok da kolay olmasa gerek…
Bu yazıda eğitimden söz edecektim. Düşündüm ki; ölümü karşılayabilmek ve dostu uğurlayabilmekten daha büyük eğitim mi olur?
Yeni yılda daha huzurlu, sağlıklı ve umutlu günler yaşayabilmek temennisi ile…