Prof. Dr. Bülent Tarcan, üniversiter anlamda, Türkiye’de ilk Nöroşirurji kitaplarını yayımlayan bir hocamızdır (NÖROŞİRURJİ’NİN ESASLARI, Leslie C. OLIVER’den çeviri, Dr. Bülent TARCAN, Üniversite II’inci Cerrahi Kliniği Doçenti, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayınları, İsmail Akgün Matbaası, İstanbul, 1954. AĞRI CERRAHİSİ, Doç. Dr. Bülent TARCAN, Kader Basımevi, İstanbul, 1956). Meslek hayatımın merhalelerini ileri derecede etkileyen bu hocamla ilgili birkaç anıma, genç arkadaşlarıma bir ışık olabileceği düşüncesi ile burada yer vermeyi uygun buldum.
Kadrom Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesinde olmakla birlikte, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirurji Kürsüsünde asistanlığıma devam etmekteyim. Hocamız, Kürsü Başkanı, rahmetli Prof. Dr. Bülent Tarcan. Sabahları erkenden hastalarımızla ilgili tüm hazırlıkları tamamladıktan sonra, tüm asistanlar kıdem sırasına göre dizilir, başasistanlar ve herkes sıralanır ve vizit için Hoca’yı beklerdik. O zaman KBB Kliniğinin üst katı bizim Kliniğe tahsis edilmişti. Merdivenlerin başında bulunan eğreti bir kontrplak kapıdan Nöroşirurji Kliniğimize girilirdi. Hocayı bekleme yeri, bu kapının önü idi. Hoca pelerinini omuzlarına alır, piposunu yakar, bu kapıdan içeri girer, hepimizi, o günkü halet-i ruhiyyesine göre selamlar ve vizite başlardık.
1980 yılının son kış günlerinden birinin soğuk ve kar yağışlı bir sabahında, Hoca çok sinirli bir şekilde kontrplak kapıyı sert bir şekilde çarparak hışımla kliniğe girdi ve vizite başladı. Onu bu denli sinirlendiren olayın, Genel Cerrahi Kliniği Hocalarından ve aynı zamanda bizim Hoca’nın da talebesi olan, merhum Prof. Dr. Kaya Çilingiroğlu’nun, otomobilini o gün dalgınlıkla Hoca’nın park yerine park etmesi olduğunu, daha sonra Prof. Çilingiroğlu’nun Hoca’dan özür dilemesi ile öğrenmiştik. Vizit esnasında, koğuşlardan birinde, Hoca pencerenin önünde durdu ve Fakültenin Millet Caddesine açılan ana kapısına bir süre baktı ve karın yağışını seyretti. Sonra birden bana dönerek "İsmail Hakkı, evladım, Erzurum’da sühunet hiç nakıs-ı yirmi olur mu?" diye sordu. Hemen arkasından "Çok affedersin evladım. Eksi 20 derece olur mu, demek istemiştim" dedi. Ben, Hoca’nın Osmanlı Saray Lisanını ileri derecede sevdiğini bildiğimden, hiç vakit kaybetmeden hemen, "Efendim, Erzurum’da leyli ve nehari sühunetin daha da nakıs olduğu zamanlar vakidir" diye cevap verdim (O zamanlar, hocaların hocası olması sebebi ile Bülent Hocaya "Efendim", Prof. Dr. Hüsameddin Gökay ve Prof. Dr. Umur Kaya hocalara ise "Hocam" diye hitap ederdik). Hoca’nın sinirliliği birden geçti ve o babacan ve şefkatli gülümsemesi ile bana "Aman evladım, yavrucuğum, aferin sana, ne güzel konuşuyorsun" diyerek beni yanaklarımdan öptü ve tüm hocaların, asistanların ve hastaların yanında onöre etti. Sonra, bir baba şefkati ile elini omzuma koyup, rahmetli Beyhan Ağabeyimize dönerek "Evladım Beyhan, İsmail Hakkı oğluma bugün bir ameliyat yaptır" emrini verdi.
Daha sonra beni alt kattaki odasına çağırttı ve kendisi ile özel olarak, edebiyat, şiir, hat ve müzik üzerine sohbet ettik. Benim bu sahalara olan ilgim, Hoca’yı ileri derecede duygulandırmıştı. Müzik konserlerine beni bizzat kendisi davet eder, vizitlerde bana edebiyatla ilgili sorular sorar, divan şairlerinden şiirler okutur ve cevaplarımdan mütehassis olurdu. Ayrıcalıklı asistan durumuna gelen ben, Osmanlıcayı ve Saray Lisanını bilmenin dayanılmaz heyecan ve gururunu yaşıyordum. 11.1.1981 Pazar günü saat 16.00 da Hoca’nın kendi evinde Kliniğe verdiği davette, beni yüceltici kelimelerle eşi Asiye Hanımefendi’ye tanıştırmış, Beyhan Ağabeyin "Ulan İsmail Hakkı, geç geldin ama iyi öğrendin Hoca’nın gözüne girmeyi..!" sözleri ile serzenişine muhatap olmuştum. Bütün bunlar beni ileri derecede motive ediyor ve bana daha çok çalışma azmi, heyecanı ve şevki veriyordu. Ama asistanlar arasında da, çok aşikâr olmasa da, küçük rahatsızlıklar sezilmiyor değildi. Ancak esas hadise daha sonraki aylarda oldu.
Prof. Dr. Ali Canbolat ihtisas süresini tamamlayarak, tezini hazırlamış ve uzmanlık sınavını başarı ile geçmişti. Bu münasebetle Ali Bey kendi evinde, eşlerimizle birlikte tüm Kliniğe bir yemek veriyordu. Prof. Dr. Hüsameddin Gökay, Prof. Dr. Umur Kaya, o zaman doçent olan Kliniğimizin Beyhan Ağabeyisi, rahmetli Prof. Dr. Beyhan Özden, Başasistanlarımız (o zamanlar uzman olan) Prof. Dr. Kıraç Türker, Prof. Dr. M. İnan Turantan ve tüm asistanlar eşlerimizle birlikte Bülent Hocamızın etrafına toplanmıştık. Ancak İnan Bey o tarihlerde bekâr olduğu için, Hoca devamlı, onu evlendiremediğinden ve ona kız beğendiremediğinden şikâyet eder ve ona güzel hanımları gördüğünde, onları öpmesini(!) tembihlerdi. O akşam İnan Bey, Hoca’nın talimatlarına pek âlâ uymuştu(!). Aslında rahmetli Hocamızın da bu konularda hatırı sayılırdı(!). Salonda eski Türkçe harflerle yazılı, hat sanatı örneği büyük bir levha asılı idi.
Hoca bu levhanın önünde durdu ve bize dönerek "Bunu kim okuyacak?" diye sorduktan sonra gidip karşı koltukta oturdu. Hoca, benden başka hiçbir asistanın bu yazıyı okuyamayacağını biliyordu tabii ki. Ben Hoca’dan müsaade alarak karşısına geçtim ve "Efendim, bu İstif Sülüs tarzında yazılmış BU DA GEÇER YA HU" diye cevap verdim. Hoca’nın gözleri doldu ve burada yazmak istemediğim cümlelerle o gece boyunca, bana iltifatlarda bulundu.
Ertesi sabah Kliniğimizin güzel sekreteri Ufuk, ameliyathaneye gelerek, Hoca’nın beni odasına çağırdığını söyledi. Gittiğimde kahvesini içiyor ve piposunu tüttürüyordu. Bana oturmamı söyledikten sonra, masasının üzerindeki Taveras’ı bana uzattı. O tarihlerde, Hastanemizde DSA, BT ve MRG olmadığı için teşhislerimizi münhasıran manuel metotlarla (Manuel Seri!) elde ettiğimiz anjiyografilerle koymak durumunda idik. Bu nedenle Taveras’ın "Diagnostic Neuroradiology"si teşhislerimizde temel kaynak idi. Biz asistanlar için çok kıymetli, bulunması oldukça zor ve Hoca’nın şahsına ait olan bu kitab, bizzat Hoca tarafından benim için imzalanmıştı. Kitabın ilk sahifesine, "Çalışkan Arkadaşım Dr. İsmail Hakkı Bey’e, Sevgilerimle, 06.03.1981, Bülent Tarcan" notunu düşmüştü. Hocaların Hocası, tam bir İstanbul Beyefendisi olan Bülent Hoca’nın beni "arkadaşı" üstelik "çalışkan arkadaşı, bey…" olarak nitelendirmesi, beni ileri derecede böbürlendirmişti. Bütün bunlar, nöroşirurji dünyasına at gözlüğü ile baktığım bir dönemde, diğer hocalarımla birlikte, bana İsviçre’yi, Hocam Prof. Dr. M. Gazi Yaşargil’i işaretle, yepyeni ufuklara doğru koşmama sebep ve destek olmuştur.
Bu vesile ile bir kez daha Prof. Dr. Bülent Tarcan Hocamı ve Prof. Dr. Beyhan Özden Ağabeyimi rahmetle, Prof. Dr. Hüsameddin Gökay, Prof. Dr. Umur Kaya Hocalarımı ve diğer Klinik arkadaşlarımı saygı ve sevgi ile anıyorum (İ.H. AYDIN: SSCD Bülteni, 2008).
Bakın Şirazlı Sadi de, ne güzel söylemiş;
"Bum nöbet mizened bertarem-i Efrasiyab
Perdedar-i mikuned der Kasrı Kayser Ankebut"
(Mete Han’ın kale burçlarında artık baykuşlar boru çalıyor,
Kayser’in Sarayında da, örümcekler perdedarlık yapıyorlar.)