Pek merak ederim iş bu ‘profesör dosyaları’ ne menem şeydir diye. Kim bilir belki sizde merak edersiniz. Anlatayım, üniversitenin falan fakültesinin, falanca bölümü için profesörlük kadrosu açılır. Bölümde kadro bekleyen doçentler varsa onlar için. Yoksa dışarıdan gelecek hatırlı, torpilli, uygun görüşlü, falancanın yeğeni, bir başkasının oğlu, kızı için. Kadroya atanacak olanlarsa, zaten baştan bellidir.
Aslında, jüriler kura ile belirlenir derlerse de, sakın siz inanmayın. Önceden usulü vechile sorulur, kimleri yazalım diye. Jüri olacaklara önceden, falancanın jürisi olması için rica edilir.
Sonuçta yasal süreç işler, dosyalar jüri üyesine gönderilir. Kimi bir klasör gönderir. Kimi iki, çok nadiren de üç klasör gelir. İşin yoksa, hadi incele bir bakalım.
Yapılan çalışmalara verilecek olan puanlar bellidir belli olmasına da, bunların hesaplanması oldukça zordur. Jüri üyesinin işi mi yok, bu işlerle uğraşacak.
Burada necip milletimizin ileri görüşleri hemen devreye giriverir. Adayın yakın arkadaşları, bölümdeki kıdemli profesörler işi hallederler, hallettirirler. Profesör olacak olan aday ise boş durmayıp, puanları bir zahmet hesaplayıverir artık.
Gönderilen jüri raporları, ilk yönetim kuruluna gelir. Orada okunur mu, okunmadan onaylanır mı orasını bilemem. Genelde jüri üyelerinin tamamı olumlu görüş bildirdiklerinden, yönetim kuruluna, atama kararını bir çırpıda geçirerek onaylamak kalır. Sonrasında rektör imzalı resmi bir yazıyla adayın atandığı fakültesine bildirilir. Hepsi o kadar.
Bir kadro, bir başvuru, iki kadro iki başvuru olduğunda yönetimin işleri çok kolaydır. Ancak maalesef bu kadrolara bazen dışarıdan da başvurular da olmuyor değil. Öncesinde bu kişilere, ‘Oğlum bu kadro bölümümüzden falanca doçent için açıldı’ diye nazikçe uyarıda bulunulur. Çoğu, bunu dinler, kadroya başvurmaz. Ancak bazen dış etkenler, tavassut ve torpiller işe girdiğinde dışarıdan başvurular olursa, işler işte o zaman karışır.
Yok ‘Benim şu kadar yayınım, senin şu kadar puanın var’ hesapları işin içine girerse de, genelde düğüm üniversite idarecilerinin elindedir. Onlar ne derlerse o olur. Yayın sayısıymış, puanlama imiş, hiçbir şey orada işlemez, yönetim ne derse o olur.
Bunları herkesler biliyor. Dosyaları kimse incelemiyor. Benim derdim o değil.
Benim derdim, fakültelerde profesör odaları, doçent ve profesör dosyalarıyla, klasörlerle dolup taşıyor. Bu yüzden bazı binalar hafif depremde bile yıkılırsa hiç şaşmayın. Sebebi iş bu dosyalardır zahir. Atsan atılmaz, hepsi ‘birbirinden değerli çalışmalarla dolu’. Pişirip yemek yapmaya kalksan hiç olmaz, zira hazmı pek zordur. Satsan kimsecikler, hatta sahibi bile geri almaz. Aldık mı başımıza belayı. Çaresiz, içlerini boşalttırıp bölümün klasör ihtiyacı için kullanırsınız. Kağıtlarsa, TEMA sepetlerine giderek yine de ekstra bir işe yarar.
İşte böyledir, memleketimin profesör manzaraları. Vakti zamanı geldiğinde tüm doçentler ister üniversitede çalışsın ister çalışmasın, er ya da geç bir yerlerde profesör olur. Olamayan varsa, önce kendine bir baksın, ‘Kimin ayağına bastım’ diye. Ben böyle yazsam da aslında, pek kimse kimsenin ayağına basmaz. Üniversitelerde işler, danışıklı döğüş, usulünce yapılır gider.
İlk yıllarda, hayatımda bir kez, evet sadece bir kez, yayınlara bakıpda, negatif profesör raporu yazdım. Hay elime tükürseydim de, yazmaz olaydım. Hem aday profesör oldu hem ben düşman kazandım. İşte bu olay beni, gaflet ve dalalet uykusundan uyandırdı.
Yağma yok, şimdi akıllandım. Artık kimseye negatif yazmıyorum. Hatta elimden gelse kartvizitime, ‘İtina ile profesörlük dosyası incelenir, iki günde olumlu rapor düzenlenir’ diye yazdıracağım.
İşte arkadaşlar, böyledir üniversitelerimizde profesörlük işleri. Bütün iş, kadro açılıncaya kadardır. Kadro bir kez açıldı mı, okun yaydan çıkmasıyla hedefe varması, artık an meselsidir.
Ciddi araştırmaları olup, bu unvanı gerçekten hak eden de, başkasının yayınına ismini yazdıran da, oturup yatan da rahatlıkla profesör olur bu ülkede.
Bir kere profesör oldun mu, ister üniversitede kal ister istifa et, dışarı çık ister yan gelip yatmalara devam et, artık hiçbir şey değişmez. Aldığın unvanı, paşa gönlünce istediğin gibi kullanırsın. Beyaz gömleğine, kartvizitine, kapına, muayenehanendeki tabelana, hatta varsa katına, yatına, teknene, bile yazdırırsın. Artık sana, kimsecikler karışamaz.
‘Bizde şu kadar profesör, şu kadar doçent var’diye diye övünerek, bazıları, bunun adına, ‘üniversitelerimizin ve ülkemizin, bilimsel düzeyinin gelişip yükselmesi’ diyorlar. Kimi kandırıyorlar?