Dünyanın pek çok ülkesinde ve ülkemizde, imal edilen her malzemenin yapıldığı, daha da doğrusu imal edildiği yerler vardır. Bu yerlerin büyüklerine fabrika, küçüklerine ise imalathane derler. Ayakkabı imalathanesi, boya imalathanesi, mobilya imalathanesi gibi.
İyi de “Profesör imalathanesi de ne demek oluyor hocam?’ diye soranları duyar gibi oluyorum. İşte bu profesör imalathaneleri, dünya üzerinde sadece bizde var arkadaşlar. Kendimizle ne kadar övünsek yeridir. Çağ atlamak işte buna denir.
Ankara’da büyüklerimiz masa başında karar verirler, şuralara, olmadı her ile bir üniversite açılsın diye. YÖK, Bakanlık görevlileri, yüksek danışmanlar sabahlara kadar çalışırlar. Kanunla kurulan, fakat henüz yeri yurdu olmayan üniversitelere, önce bir ad koymak lazım. Şuranın şusu meşhur, buradan falanca ünlü yetişmiş, şuradan şu medeniyetler çıkmış diyerekten önce adları konulur. Çocukların adlarını doğduktan hemen sonra kucağımıza alıp, dualar eşliğinde eşikte koyduğumuz gibi, belki imzalı onay belgelerini yetkili birileri ellerine alıp, yine eşikte dualar eşiğinde üniversite adlarını belgenin kulağına doğru okuyorlar mıdır acaba, bilemiyorum.
Kurulan üniversitelere, yeni yeni fakülteler, enstitüler, yüksekokullar gerek denilerekten hemencecik onlar dahi bir çırpıda kurulmuş olurlar. Satın alınan ya da kiralanan binaların kapılarına cafcaflı birer tabela da koyduk mu, olur sana üniversite, olur sana fakülte.
Şimdi buralara, öncelikle birer kurucu rektör, ardından hemen ve de ille de profesörleri atamak lazım. Olur mu öyle çiçeği burnunda üniversitelerde, öğretim görevlisi, yardımcı doçent ya da doçentle işe başlamak. Olmaz tabii. Çıkartırsın profesör kadrolarını. Birileri başvurur, başvuranlar atanır (Ben sadece tıp fakültelerinde olanları biliyorum. Diğer fakültelerdeki uygulamaları bilenler lütfen anlatsınlar).
Efendim bu yeni kurulan tıp fakülteleri, yurdun değişik yerlerine dağılmış durumda. Kim başvuracak o kadrolara demeyin. İstanbul’da, Ankara’da, özel muayenehanesinde ya da eğitim hastanelerinde pek çok doçent meslektaşımız var. Öncelikle, kadrolara onlar başvururlar. Atanacak olanlar zaten önceden bellidir. Herkesin bir ailesi var, eşi, çocukları var. Kurulu işleyen bir düzeni var. Ha deyince, karda kışta, kalkıp oralara gitmek de neyin nesi. Canım, çok safsınız, kim gidecek oralara? Arkadaşım kadroya atanır. Ertesi gün, falanca madde ile Bakanlık üniversiteden henüz yeni atanmış olan profesörü geçici olarak geri ister!!! İşte böyle, ballı kaymaklı işler olur gider bu ülkede. Hem de, iki binli yıllarda. Açılmış olan tıp fakültesinde profesör, sadece kâğıt üzerinde vardır. Gerçekte ise asla yoktur (Kurulu düzenini bozma pahasına, yeni kurulmuş olan üniversitelerde görev alarak, atandığı yerlere taşınan ve işlerine dört elle sarılan, sorumluluk bilincinde olan arkadaşlarım var, onlara ayrıca teşekkür ediyor ve kutluyorum. Onların gönüllerdeki yerleri ayrı). Profesörü var, binası yok, kadroları var, öğrencisi ya yok ya da falanca fakültede eğitiliyor.
Tıp fakültesinden mezun olduktan sonra, ne asistanlığında ne uzmanlığında ne de doçentliğinde, hiç üniversitede çalışmamış, hatta üniversitenin semtine bile uğramamış halen de uğramak niyetinde olmayan profesörlerimiz var mıdır? Elbette vardır. Halen dahi, üniversite kadrosunda bulunduğu halde, falanca bakanlık hastanesinde görev yapan, belki üniversitesine ayda yılda bir uğrayıveren.
Burası Türkiye, düzenli, dümenli, hatta hileli, hurdalı olsa da, burada işini yürütebilene şapka çıkarırlar, helal olsun bile derler.
Bilmem ne kadar, altı ay mı desem, bir yıl mı, iki yıl mı kadroda çalışmış olarak görünürseniz, ileride profesör kadrosundan emekli olursunuz. Uzman emeklisiyle, profesör emeklisinin arasındaki maaş farkını, emekli sandığından merak edenler öğrenebilirler. Din alimi değilim ki, kazanılan para haram mı helal mi size söyleyeyim.
İşte böyledir memleketimin, profesör imalathaneleri ya da üniversite manzaraları.
Binanın kapısına koyduk mu bir tabela, olur sana üniversite. Kapının girişine, ya da masanın üzerine yazdırdık mı – profesör- diye kolayca oluruz sana profesör.
Üniversitede, öğrenci, asistan yetiştirmeden, ders-konferans vermeden, araştırma yapmadan, teorik ve pratik bilgilerini gençlere aktarmadan, dahası üniversitenin havasını solumadan da, yollarını arşınlamadan da pekâlâ profesör olunur, bu ülkede.
Başka nerede var böyle yağlı börek? Belki Uganda’da belki Patagonya’da.