Lise ikinci sınıfta kendim ve dünya üzerine düşünürken, varlığımın ne anlama geldiği üzerine tatmin edici cevaplar arıyordum. Biyolojik açıdan kendi zaviyemden varlığım, benim dışımda gelişen ve benim için tamamen tesadüf olan bir duruma dayanıyordu. Tarih akarken (bu arada tarih nedir, ne anlama gelir? Nasıl da böyle kolaylıkla isimlendiriyorum?) bir “an”da ben dünya ile tanışmıştım. Varlığımın bilinçli farkındalığından itibaren “varlık”la olan bir vakumu doldurmakta zorlandım.
Fakat esas düşüncemi varlık üzerine yoğunlaştırmıştım. İmam hatip lisesinde okuyan bir şahıs olarak ahiret hayatındaki hesap, mizan, cennet (büyük ödül), cehennem gibi yol haritası çizen bilgilerim sebebiyle zihinsel karmaşıklık yaşamadım. Fakat aynaya baktığım zaman “ben” olarak gördüğüm ve bu formatta şekillenmiş bir varlığın fani olması, yani nihayetinde yokluğa savrulacak olması beni ciddi anlamda düşünsel krize sokmuştu. Yani ben dünyaya gelmeseydim, kendimle tanışamayacak ve bunları hiç düşünemeyecek bir yoklukta bekleyecektim. Şimdi var olan ben, hiç olmayacaktım; hiç olacaktım.
O günden bu yana en ciddiye aldığım şey “varlık” konusudur. “Ben” (ben dediğim varlık) ile kendim, ben ile dünya ve ben ile Tanrı diye isimlendirilen varlık arasındaki irtibat her seferinde bir boşluk yaratıyordu. Ontolojik güvenliğe olan ihtiyacım tam da bu noktada başlıyordu. Post/modern dünya varlıklar arasında sürtünme kuvvetine rağmen bu boşluğu dolduramadı; tam tersine derinleştirdi. Modern düşünce bu meseleyi halletmiş gibi yapmasına rağmen, 20. yüzyıldan itibaren tekrar insanlık kendisini varoluşu tartışırken buldu. Kierkegaard, Heidegger, hatta Sartre insan ile dünya arasındaki boşluğu bir şekilde gördüler ve onunla ilgilendiler.
Bu arada din de operasyonel bir işleme tabi tutularak, modern perspektif tarafından ancak onun formatlarıyla kendisini ifade ettiği taktirde tanınacağı şeklindeki bir müdahale ile karşı karşıya kaldı. Din, rasyonel ve irrasyonel ayrımında ikinci kategori içine yerleştirildi. Böylece bir alan daralmasına uğratılarak mistik, mitolojik segmente doğru itildi. Yine ruh-beden, mana-madde, kutsal-seküler gibi dualitelerde birinci kategoriler içerisinde din için bu alan daralması mantıki sonuçlarına ulaştırıldı. Yine dünya-ahiret şeklindeki dualite de ahiret dinle kayıtlandı. Böylece bugün din dediğimiz şey, kimilerinin nazarında üç aşağı beş yukarı cenaze işleri, ölünün ardından okumak, cennet garantili yardım ve hayırlar gibi “profesyonel ahiret işleri” olarak görülmektedir.
Çok genel olarak dinin iki önemli boyutundan bahsedebiliriz. Bunlar varoluşsal ve işlevsel şeklinde ifade edilebilir. İşlevsel boyut, toplumda daha çok gördüğü işlevler üzerinden değerlendirmedir ve insanlar işlevsel olarak dine kendi işlerini gördüğü oranda değerler. İkincisi ise yazının girişinde kısaca anlatmaya çalıştığım şekilde insanın kendisi, dünyayı ve Tanrı’yı algılama ve anlama çabasıyla birebir ilintilidir. Doğrusu din, özelde İslam benim için her zaman ikinci boyutuyla yer edinir. Tam da bu sebeple İslamı ve ilahiyatçılığımı önemsiyorum.
Bugün gelinen noktada çok bileşenli sorunlar yaşamaktadır insanoğlu. Şiddetin artmasından, anomiden, hedefsizlikten, buhranlardan bahsediyoruz. İstatistikler özellikle psikolojik ilaçların kullanımının arttığını söylüyorlar. Bunlar temelde varoluşsal sorunların cevap bulamaması ve tavan yapmasıyla ilgili durumlardır açıkçası. İçinde yaşadığımız dünyada insanların çoğu nereye ayak bastıklarını, dünya ile nasıl irtibat kurulacağını bilmediklerinden yabancılaşma halini yaşamaktadırlar. Dinin işlevsel boyutu ise, bu sorunlara cevap verme konusunda yetersizdir.
Portekizli romancı Jose Saramago’nun “Ölüm; Bir Varmış Bir Yokmuş” isimli romanı zihne idman yaptırmak açısından iyi bir kitaptır. Roman “…ve ertesi gün kimse ölmedi” diye başlar. Romanın kurgusuna göre memleketin birinde ölüm ortadan kalkmıştır. İnsanlar ilk başta buna çok sevinirler; artık ebedi yaşam vardır. Fakat bir müddet sonra bütün işler ve kurumlar kilitlenmeye başlar. Söz gelimi, hastaneler haddinden fazla dolar. Hatta bir müddet sonra çok yaşlıları diğer memleketlere bırakmak üzere mafyavari oluşumlar devreye girerler. Fakat romandaki en ilginç konuşma kilisededir. Kilise (din kurumu), bundan sonra kendi işlevlerinin ne olacağını sorgular ve kendilerine ihtiyacın bitip bitmediğini sorarlar.
Din bugün birçok farklı gücün elinde araçsallaştırılmakta, farklı hedefler için meşrulaştırıcı işlevleriyle öne çıkarılmakta ve kitlelere de işlevsel boyutlarıyla sunulmaktadır. İşlevsel boyut insan için önemsizdir demiyorum. Ancak insanın dünyaya geldikten sonra en önemli sorununun varoluş olduğunu ve henüz buna dinin dışında yetkin cevaplar üretilemediğini, üretenlerin ise tekrar Tanrı’ya referansta bulunduğu bir gerçektir. Bu sebepten olsa gerek Heidegger, özneden yola çıkıp insanın gidebileceği bütün güzergahları dolaştıktan sonra “bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir” demiştir.