Davranışlarını yöneten tek şey, gerçeğe ulaşma isteği ve gerçeğin belli bir anda ona görünen şey olmadığı kuşkusuydu. (Umberto Eco, Gülün Adı)
Rousseau eserinin girişinde gayesini açıklamak ister öncelikle:
Niyetim, insanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulunup bulunamayacağını araştırmaktır. Bu araştırmada, adalet ile fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakkın onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle uzlaştırmaya çalışacağım.
Hak ile menfaat aynı düzlemde var olabilir mi? Menfaatin olduğu yerde halis niyetlerin dahi kirlenebilme olasılığını varsayarak sormaya mecburuz bu soruyu. İkisi arasındaki dengeyi kurmak, bir yönüyle doğasına mahkum olan insan’ın sahip olabileceği bir erdem midir? Böyle bir yücelik ondan beklenebilir mi, beklenmeli midir? Söyleştiğimiz bir tanrı mı, yoksa zaaflarının bilincinde olan bir insan mı?
Olası sorgulamalar karşısında, bizatihi kendi yargıcı olmaktan çekinmeyerek, ne bir kral ne de yasacı olduğunu vurgulamak ister Rousseau. Bu nedenle düşüncesini özgürce beyan edebileceğini söyler; söz konusu eylemlerin faili olmaması münasebetiyle. İnsan, bir parçası olduğu bütüne nesnel bakamaz; öyleyse gerçekliği doğru yorumlayabilmek için, somut gerçeğin karşısına geçip gözlerinin içine bakabilmelidir, çekinmeksizin.
İnsan özgür doğar ve fakat yaşamı boyunca hemen her yerde zincire vurulmuştur.
Toplumun temelinde aile topluluğu yer almıştır kadim zamanlardan beri. Aile bütünlüğünün idamesi için dahi bir nevi sözleşme olması zaruridir. İnsanın uyması gereken ilk yasa kendi varlığını korumaktır, doğası itibariyle mecburdur buna, kaçınması mümkün değildir. Ötekilerin arasında onu farklı kılabilen ölçüt kendine gösterebildiği özendir. Conatus’un varlığı tartışma konusu değildir belki, ve fakat varlığın yaşamda ifade ediliş biçimi, bizatihi kendi farkını ve ayrıcalığını da belirlemektedir. Aile kurumunun başında bulunan baba’nın doğal sevgisinin yerini, devlet başkanında hükmetme keyfiyeti alır: belki de sorunun temeli de burada aranmalıdır. Rousseau, devlet başkanının halkla olan ilişkisinin, çoban-sürü diyalektiği ile temellendirilmesinin karşısında durmaktadır şiddetle. Antik toplumlarda karşılaştığımız ilk köleleri köle yapan şeyin kaba güç, onları kölelikte tutan asıl etkenin ise korkaklık olduğunu ileri sürer. Herhangi bir ahlak öğretisinin, güç gibi tümüyle fiziksel düzlemde geçerliliği olan bir dogmatik temel üzerine inşa edilmesi mümkün değildir. Güce boyun eğmek bir istem değil, bir zorunluluktur çünkü. Güç hak yaratmaz, ve insan olan ancak haklı güce boyun eğmelidir.
Özgürlüğünden vazgeçmek, insanlık haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmek demektir. İnsan zindanda sessizlik içinde yaşar ama bu kadarı orayı özlenir bir yer yapmaya yeter mi?
Tam da bu esnada, bakışımızı Lars von Trier’in Manderlay’ine çevirdiğimizde, benzer bir manzara karşılar bizi. Kölelik düşünmemek, düşünmeyi istememek demektir; düşünme yükünden kurtulmuş olmanın rahatlığına alışmış insan, var olan düzeninin bozulmasını istemez, isteyemez artık. Kolay olan daha cazip gelir her zaman, insanlığının henüz farkına varamamış olana. Sapkın olanın giderek normalleştiği, düşünen zekanın toplum dışına itildiği yerdir burası.
İlerleyen satırlarda Rousseau’nun efendi’sinin şu sözlerine tanık olur okuyucu: Seninle öyle bir sözleşme yapacağım ki, hep benim iyiliğime ve senin zararına olacak; keyfim istediği sürece ben uyacağım, yine keyfim istediği sürece sen uyacaksın ona.
İlkel toplumlarda olduğu gibi bir kalabalığı boyunduruk altına almakla bir toplumu yönetmek arasındaki hassas ayrıma işaret edilir sonrasında. İlki iki karşıt uç arasındaki patolojik ilişkiyi betimlerken, diğeri insana yakışır bir düzeni kurguluyor gibidir. Bu bağlamıyla toplum sözleşmesi; üyelerinden her birinin canının ve malının ortak bir güçle savunulduğu, toplumsal birleşmeye rağmen bireysel özgürlüğün de korunmasının amaçlandığı bir yapının temelini oluşturmaktadır.
İnsan alıştığı doğal yaşama halinden toplum düzenine geçtiğinde, davranışlarının temelinde yer alan içgüdüsel eğilimlerin yerine adalet ilkesini koyarak önemli bir değişim yaşar. O ana kadar sadece kendini düşünmekte iken, bu merhaleden sonra, soylu ilkelere göre ussal davranabilmeyi öğrenir. Salt doğal isteklerin itkisine uymak kölelik iken, kendisi için koyulan yasalara boyun eğmek özgürlüktür onun nezdinde. Sözleşmenin oluşturduğu sosyal eşitlik ortamı, bireye, doğanın eşit olmayan maddi dağılımının karşısında, ve onun yerine, hakkaniyetli bir düzen sunmaktadır. Yurttaşlar güç ve zeka bakımından eşit olmasalar dahi, toplumsal yaşamda hak ve hukuk yönünden eşit konumda muamele görebilmektedirler böylelikle. Dolayısıyla, ortak çıkar toplumun hem varlık sebebi hem de sonucu haline gelmektedir.
Toplumun genel istemi her zaman kamusal yarara yöneliktir. Bununla birlikte, Lykurgos yasası temelinde, genel istemin kendini doğru ifade edebilmesi için devlet bünyesinde farklı gruplaşmalar olmamalı ve her yurttaş kendi görüşünü doğrudan dile getirebilmelidir. İstemi genelleştiren ölçüt, oy sayısından ziyade, asıl birleştirici özelliğe sahip olan ortak yarar paydasıdır. Birey ötekine kabul ettirdiği koşullara kendisi de boyun eğmek zorundadır. Bu kesişme, bir tür adalet ve menfaat uzlaşımı şeklinde kendini gösterir. Egemenlik, bir bütünün, üyelerinden her biriyle ayrı ayrı yaptığı sözleşmedir: yasaya uygun, hak duygusuna dayanan, güvenilir ve özünde yararlı bir sözleşme. Ancak politik bütünün örgenleri genel istemin yönetimi altında olduğunda gerçek anlamıyla tezahür edebilen. Egemen varlık, ne denli mutlak, ne denli kutsal ve dokunulmaz olursa olsun, genel sözleşmenin sınırlarını aşamaz, her koşulda ona uymak zorundadır; bu nedenle adaletinin teminatı da bizatihi kendisidir. Bu durumda toplum sözleşmesine uymayan her yurttaş kendisine verilen cezaya da boyun eğmek mecburiyetindedir.
Rousseau, toplum sözleşmesiyle bütüne varlık ve yaşam verdikten sonra, yasama yoluyla eylemsel düzleme geçiş yapmak ister. Yasa ile yönetilen her devlet bir cumhuriyettir. Yasa, yurttaşları bir bütün olarak ele alırken eylemleri de soyutlaştırır. Yasa adına birtakım ayrıcalıklı koşullar oluşturulabilir, ve fakat hiçbir yurttaşa ya da zümreye özel bir ayrıcalık tanınamaz. Kişisel konular yasama yetkisinin dışında bırakılır. Bir kişinin kendi başına verdiği buyruklar yasa olarak kabul edilemez. Hatta egemen varlığın bile, özel bir konuda verdiği buyruk yasa değil, sadece kararnamedir: dolayısıyla egemenlik ile değil, yönetimle ilişkili bir durumdur.
Halk iyiliği, iyi olanı ister; ve fakat iyiliğin nerede olduğunu göremez her zaman. Genel istem her zaman doğrudur ama, onu yöneten zeka her zaman aydın değildir.
Öyle bir yasa koyucu olmalı ki; insani tutkuları deneyimlediği halde onlara kapılmasın, insan doğasını bilmesine rağmen onunla ilişkisi olmasın, mutluluğu halkın mutluluğuna bağımlı olmasa da onun mutluluğu için çalışmak istesin ve zamanın akışı içinde uzak bir onur payıyla yetinebilsin. Böylesi özgür, böylesi kanatlanmış bir zeka. Bir tanrı olmalıydı bu.
Bir tanrılar ulusu olsaydı demokrasi ile yönetilebilirdi belki; ne ki böylesine kusursuz bir yönetim biçimi insanlar için uygun değildir.
Antik Yunan’da yasa koyucular yabancılar arasından seçilirdi. Lykurgos yasa koymaya karar verdiğinde krallıktan çekilmişti. Nitekim Roma, yasama ve egemenlik gücünü birleştirmeye karar verdiğinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. Şayet her yasama sisteminin temelinde özgürlük ve eşitlik ilkesi olmalı ise, hangi talihli ulus yasa koyma konusunda ehil olabilirdi? Rousseau cevabını kendisi verir: kökleşmiş töreleri ve kör inançları olmayan bir ulus. Bu özelliklere sahip özgür toplumlar çağdaşlaşma lütfuna mazhar olabilirlerdi ancak. Yasama eylemini asıl güç kılan şey, kurulması gerekenden çok yıkılması gerekendi çünkü.
Her özgür eylem iki etkenden doğar: istem (ruhsal etken) ve güç (maddesel etken). İstem yasama ile, güç yürütme ile biçimlenir. Yasama gücü halkın elinde iken, yürütme gücü devlet ve egemen varlık arasındaki bağıntıyı oluşturur. Yürütme gücü, bir nevi ruh-beden uyumuna benzetilebilecek bu birleşmeyi kamusal varlıkta inşa etmekle yükümlüdür. Yürütme gücünü ellerinde tutanlar halkın efendileri değil, görevlileridir; halk istediği zaman onları görev başına getirir, istediği zaman da görevden uzaklaştırır. Rousseau, hükümeti, halk ve egemen varlık arasındaki orta terim gibi tasavvur eder; hükümet, yasaları yürütmek, politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli olan aracı bütündür. Egemen varlık, hükümet ve halk arasındaki bu süreğen ilişki, politik bütünün özünden doğar. Şayet hükümdar egemen varlığın isteminden daha etkin bir isteme sahip olursa, ve dahi bu özel isteme uymak için kendi emrinde bulunan kamu gücünü kullanırsa, bunun sonucunda biri hakka diğeri zulüme dayalı iki egemen varlık oluşursa, toplumsal birlik ortadan kalkar ve politik bütün dağılır.
Faşizm döneminde bile, tek bir canilik yoktur ki, moral bir cila ile kaplanmaksızın yapılmış olsun. (Walter Benjamin)
Kaynak:
Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, XVI. Basım, İstanbul, 2017.
Görsel Kaynak:
Manderlay, Lars von Trier, 2005.