Bu zamana kadar ruh hakkında pek çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Bu konuda birbirinden farklı epey görüş vardır. Biz de beşerî ruh ile ilgili kendi düşüncelerimizi açıklamaya geçmeden evvel şunu özellikle belirtmek isteriz ki, beşerî ruhla ilgili söyleyeceklerimiz tamamen şahsımıza ait olduğu için muhtemel hatalar da bize aittir. Yazdıklarımızın “mutlak doğrular” olduğu iddiasında elbette değiliz. Ancak bunlar bizim “şimdilik” ulaştığımız sonuçlardır ve beşerî ruh ile ilgili en doğruyu bilen sadece Yüce Allah’tır. Ruh mevzuu, ilmî ortamlarda ehil kişiler tarafından tartışılmaya devam ettikçe çok daha güzel ve faydalı sonuçlara ulaşmak mümkün olabilecektir.
Bununla beraber beşerî ruhla ilgili yarım yamalak bilgilerine güvenen ve bunları kesin doğrular zannedenlerin bu makaleyi okumamaları ve derhal bırakmaları gerekir. Zira bu makale kendini “havas” ve “havassu’l-havas”tan zanneden kimseler için değil “sadece sağlıklı tefekkür yapabilen samimi insanlar” için yazılmıştır. Dolayısıyla ön yargıyla, kin ve nefretle, düşmanlıkla meselelere yaklaşan cahil cühelanın yazdıklarımızı anlayabilmeleri ve doğru analizler yapabilmeleri kesinlikle mümkün değildir. Bu nedenle biz, o tür sefihlere/cahillere “Selam!” diyor (Kasas, 28/55; Furkan, 25/63; A’râf, 7/199), yolumuza devam ediyor ve “hakikatin peşinde olan dürüst ve erdemli insanlara” seslenişimizi sürdürüyoruz. (Böyle bir uyarıyı yapmamızın temel nedeni, okuduklarını anlamaktan aciz zavallıların daha fazla vebale girmemelerini istememizdir; çünkü yazılanları yanlış anlamak için üstün gayret gösterip dedikodu ve iftira üretenler ve bunlardan medet umanlar vardır. Her ne kadar onları “bu dünyadaki” şefkat ve merhametimizin doğal bir sonucu olarak “şimdilik böyle uyarsak ve dikkatli olmaya davet etsek” de onların bu değersizleştirme/itibarsızlaştırma girişimlerinden mütevellit kul haklarımızın saklı olduğunu ve “ahiret günü” bütün bunları kesinlikle alacağımızı, haklarımızı asla helal etmeyeceğimizi ve onlara da acımayacağımızı bilmelerini isteriz. O yüzden bu tür kimseler kendi işlerine güçlerine baksınlar! Bu makaleyi ve diğer yazdıklarımızı kesinlikle okumasınlar! Onlar Kur’ân ve sahih sünneti rafa kaldırdıkları için dördüncü, beşinci ve altıncı sınıf kitaplardaki masal, efsane, mitoloji, hikâye, menkıbe, İsrâiliyat, Mesîhiyat, Mecusiyât ve uydurma rivâyetlerle hem kendilerini hem de taraftarlarını oyalamaya, uyutmaya ve avutmaya devam etsinler! Ancak “avam” olarak niteledikleri, bir türlü kandıramadıkları, beyinlerini yıkayamadıkları, gerçekleri öğrenmek isteyen akıl sahibi genç kız ve erkekleri de iftiralarla/yalanlarla engellemeye kalkışmasınlar! Bu, eğer anlarlarsa onların iyiliğine yapılmış samimi ikazdır. Çünkü bir fikri tenkit etmek ve çürütmek yerine tekfire, hakarete, düşmanlığa ve itibarsızlaştırmaya başvuruyorlarsa bu, hem kendilerine hem de bilgilerine güvenemediklerinin ve yanlış yolda olduklarının apaçık bir delilidir/göstergesidir. Zira yarasaların ışıktan rahatsız oldukları herkesçe bilinen bir gerçektir.)
Şimdi beşerî ruh ile ilgili genel bilgiler vererek konuyu açıklamaya çalışalım.
Bazı İslam âlimleri “uzun araştırmalar sonucu”, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem ve Hz. İsâ’nın yaratılışından bahseden âyetlerde geçen “ruh” kavramıyla kast edilenin “beşerî ruh” (Tahrim, 66/12; Enbiyâ, 21/91; Secde, 32/9), diğer “ruh” terimleriyle kast edilenin ise “melek, vahiy veya Kur’ân” olduğu yönünde bir kanaate ulaşmışlardır. Onlara göre Hicr suresi 29 ile Sa’d suresinin 72. âyetinde geçen “Ona kendi ruhumdan üfledim” ifadesi “cansız bedenin hayat kazanmasını anlatan mecazî bir ifadedir.” Yüce Allah’ın Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemesi ve beşerî ruhun Allah’ın zatına nispet edilmesi ise “O’nun yarattığı varlıklardan herhangi birinin Allah’a nispet edilmesi” gibidir. Yani “beşerî ruh” da Yüce Allah’ın yarattığı varlıklardan herhangi biridir ve tıpkı Kur’ân’da geçen “Allah’ın devesi” (A’râf, 7/73; Hûd, 11/64; Şems, 91/13) ve “Allah’ın tutuşturulmuş ateşi” (Hümeze, 104/6) ifadelerinde olduğu gibi anlaşılmalıdır.
Diğer taraftan “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir (O’nun bileceği bir şeydir). Size (bu konuda) pek az ilim verilmiştir” (İsrâ, 17/85) âyetinde geçen “ruh”u “vahiy meleği Cebrâil” ya da “onun vahyi inzal edişi” şeklinde açıklayan İslam âlimleri de vardır. Onlar, Kur’ân-ı Kerîm’de “hakkında az bilgi bulunan Cebrâil’i” ve “onun yaptığı görevin mahiyetini tam olarak algılayabilme” ve “vahyin Hz. Peygamber’in hafızasına kaydedilme sürecini bilebilme” konusunda insanoğluna “çok az bilgi” verildiğini düşündükleri için bu kanaate sahip olmuşlardır. Nitekim mezkûr âyetin sonrasındaki âyetler de bu görüşü teyit eder mahiyettedir. Müteakip âyetler şöyledir: “And olsun ki, eğer isteseydik sana vahiy ettiğimizin tamamını giderirdik (senin hafızandan silerdik) ve sonra onu elde etmek için bizim katımızda kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak böyle yapmadık. Çünkü O’nun sana olan lütfu büyüktür.” (İsrâ, 17/86-87).
Görüldüğü üzere âyetin siyak ve sibakı dikkate alınarak konu anlaşılmaya çalışıldığında meselenin çözümü çok daha kolay olmakta, ancak Kur’ân’a bütüncül değil parçacı yaklaşıldığında ise çok yanlış ve hatalı sonuçlara gidilmektedir.
Örneğin İsrâ Suresi 85. âyette geçen “ruh” kavramına “vahiy meleği Cebrâil” ya da “onun vahyi inzali” yerine sadece “ruh” anlamını veren İslâm bilginleri “ruh” konusunu tartışmayı doğru bulmamış, bu konuda insana “çok az bilgi” verildiğini söylemiş ve bunun gaybî bir konu olduğunu söyleyerek meseleyi kapatmışlardır. Ancak bu “ruh” ile kast edilenin “Cebrâil” ve “onun yaptığı görevin mahiyeti” olduğunu düşünenler ise “beşerî ruhun” nasslar ve başka sahih bilgi vasıtaları yardımıyla araştırılıp tahlil edilebileceğini ve tartışma konusu yapılabileceğini ifade etmişlerdir.
Bu nedenledir ki biz, “insanın kendi ruhunu (beşerî ruh) daha doğru tanıması, Kur’ân’da haber verilen tüm bu gerçekleri anlayıp anlamlandırabilmesi, psikolojik rahatsızlıklarından kurtulabilmesi ve Yüce Allah’a manen çok daha yakın olabilmesi” için ruh konusunun müminler arasında “ilmî ölçüler içerisinde tartışılması ve yeni fikirler üretilmesi” gerektiği kanaatindeyiz. Zira insanoğlu “beşerî ruh”u doğru idrak ederse Rabbine daha da yakınlaşır. Nitekim Yüce Allah ile kurbiyeti sağlayan beden değil beşerî ruhtur. Bu bakımdan ruh hakkında doğru ve güvenilir bilgilere sahip olmak çok ama çok önemlidir.
Diğer taraftan Yüce Allah, şu âyetlerde Kur’ân’ı “ruh” olarak isimlendirmiş ve nasıl “bedenleri ruh ile canlandırmışsa”, “kalplerinde Kur’ân ile hayat bulmasını/canlanmasını, müminler için şifa ve rahmet kaynağı olmasını” istemiştir: “(Ey Resulüm!) İşte böylece sana da kendi buyruğumuzdan bir ruh (hayat veren Kur’an’ı) vahiy ettik. Sen (bundan önce) kitap nedir, iman(ın esasları) nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kur’an’ı sizi aydınlatacak) bir nur yaptık. Kullarımızdan dileyeni (hakikatin peşinde koşanı) onunla hidayete iletiriz. Ve şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yola rehberlik ediyorsun. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah’a döner.” (Şûra, 42/52-53)
Âyette de belirtildiği üzere insanların “ruhlarının gıdası”, dünya ve ahiretin mutluluk reçetesi en son vahiy kutsal Kur’ân’dan başkası değildir. Zira Kur’ân’ın ilkeleri, gönüllere hayat bahşeder (İsrâ, 17/82), vesvâsi’l-hannâsları (sinsi ayartıcılar) yenme hususunda insanoğluna rehberlik eder (İsrâ, 17/9-10), Yüce Allah’ın ve meleklerin de desteğiyle karanlıklardan aydınlığa çıkmasına imkân sağlar (Ahzâb, 33/43).
Bu açıklamalardan sonra bize göre “beşerî ruh” “insanın bedenine hayat veren ve canlı kalmasını sağlayan”, “irade, bilinç, akıl, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan, mekân olarak “özellikle beyni ve tüm vücudu” kullanan, Yüce Allah tarafından anne rahminde sperm ve yumurtanın birleşmesinden hemen sonra (zigot iken) insana üflenen bir nefhadır. Beşerî ruh, nurânî, latif ve Rabbanî bir cevherdir; insanoğlunun “hakiki varlığı” ve varlığının en temel unsurudur.
Ruh, madde içinde ama maddeden ayrı bir varlıktır. Ruh, cisim olmadığı için bozulmayan, parçalanmayan, eksilmeyen ve hayata anlam katan candır. Çünkü insan, ruh ve bedenden oluşmakta ve hiçbiri “tek başına” insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun imtihan edilebilmesi için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi bedenin de ruha ihtiyacı vardır.
Beşerî ruh, sadece ölümle birlikte bedenden ayrılır; ölüm haricinde bedenden bağımsız hareket edebilme özelliği asla yoktur. Yani; sadece ölüm gerçekleştiğinde beşerî ruh geldiği yere geri döner (Bakara, 2/156; A’râf, 7/125), bu durumda beden “cesede” dönüşür. Kanaatimizce rüya ve aşkın dinî tecrübelerin/üstün metafizik duyguların yaşandığı esnada bile ruh bedenden ayrılmaz. Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Oysa rüya esnasında bile ruh, bedendeki varlığını sürdürmekte, görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenmektedir. Aksi halde hoşa giden bir rüya esnasında erkek veya kadının ihtilam olmasını veyahut kâbus gören bir insanın boncuk boncuk terleyip titremesini ve korkmasını izah etmek mümkün olmazdı.
Bu itibarla dünyada imtihan olan her insanın ruhu bu dünyadaki zaman ve mekânla sınırlıdır. Ruhun birlikte var olduğu bedeni dünyada bırakıp “zamanı ve mekânı” aşarak “geçmişe ya da geleceğe gitmesi” ya da bedenden ayrılarak “sağda solda dolaşması” veya öldükten sonra başka bir bedene geçmesi (tenasüh/reenkarnasyon) kesinlikle imkânsızdır. Bu tür iddialar, batıl dinlerden ödünç alınan ve İslâm’a yamanmaya çalışılan yanlış, sapkın, boş itikatlardan ve mitolojilerden başkası değildir.
Ancak müttaki ve salih kulun ruhu, bedeninden ayrılmadan da “tefekkür, dua ve ibadet” esnasında “zihnen/manen” aşkın haller, yüksek manevî duygular ve farklı dinî tecrübeler yaşayabilir. Lakin bütün bu yaşadığı manevî haller “sadece kendini” bağlar; bu esnada yaşadığı coşkun duyguları “kutsal gerçekler/ilahi ilhamlar” diye anlatıp satamaz/dayatamaz/savunamaz. Bir kısım sefihin yaptığı gibi; “Bunları ancak havassu’l-havas anlar, avam anlayamaz” diyemez; böbürlenerek samimi müminleri küçümseyemez; sadece manevî kulluk tecrübesi olarak nakledebilir; Rabbe yakın olmak isteyen herkesin böyle ulvî derecelere ulaşmalarının mümkün olduğunu söyleyebilir.
İşte bu nedenledir ki biz, ölüm sonrası bedenden ayrılan ve ruhlar âlemine intikal eden beşerî ruhun tekrar “berzah duvarını/perdesini/engelini aşarak” dünyaya gelebilmesinin asla ve kat’a mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Ancak ikinci surun üfürülmesiyle bulunduğu yerden “eski veya misli bedenine” iade edilmesinin söz konusu olacağına inanmaktayız. Zira ölen kişinin ruhu artık Yüce Allah’ın kontrolündedir (Zümer, 39/42) ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Nitekim Kur’ân, kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle ruhların bedenlerle birleşeceğini (Tekvir, 81/7), herkesin teker teker Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğini (Enâm, 6/94), sonrasında sevapları ağır gelenlerin cenneti hak edeceğini, günahları ağır basanların ise cehennemi boylayacaklarını (Müminûn, 23/101-111; A’râf, 7/8-9; Zilzâl, 99/7-8) haber vermektedir.
Dolayısıyla ölmüş kişilerin ruhlarının zaman zaman dünyaya geldiği, şehitlerin, evliyanın ve asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği, onların ruhlarından feyz ve ilham alındığı şeklindeki iddialar/söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi boş söylemlerdir ve ciddi delillerden yoksundur. Bütün bunlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının ve batıl dinlerin zırvalarının “uydurma rivayetler aracılığıyla” İslam’a sokulması, kussâs (hikayeci vaizler) tarafından yaygın hale getirilmesi ve araştırma nedir bilmeyen cahil din adamları/hoca müsveddeleri (Maide, 5/44, 63; Tevbe, 9/34) marifetiyle sahiplenilip savunulmasından başka bir şey değildir. Beşinci ve altıncı sınıf kitaplara doldurulmuş bu tür hurafelere/saçmalıklara “din” diye inananlar da neye inandıklarını araştırmadan inandıkları için suçlu ve sorumludurlar. Zira Yüce Allah, herkese kullansınlar diye “akıl gibi bir nimet” bahşetmiştir.
Dolayısıyla ölülere ait ruhların birbirleriyle veyahut uykudaki dirilerin ruhlarıyla buluşması ve birbirlerinden feyz ve ilham almaları kesinlikle söz konusu değildir. “Ölen kimselerin ruhlarının birbirleriyle buluşmaları ve diledikleri gibi dolaşmalarının Allah nezdindeki derecelerinin büyüklüğüne göre olduğu iddiaları” ise tam bir İsrâiliyattır. Tahrif edilmiş dinlerden alınarak İslam’a sokulmaya çalışılan “hadis görünümlü mitolojik muhtevalı” haberlerdir. Bunların Kur’ân ve sahih sünnetten hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu bilgilerin kökenini sorgulamadan alıp nakledenler, bunlara körü körüne inananlar ve savunanlar kesinlikle mesul olduklarını bilmelidirler.
Diğer taraftan kıyametin kopuşu esnasında ruhlar âleminde bulunan ruhların tamamen yok olması da söz konusu değildir. Zira böyle bir durum, Yüce Allah’ın hikmet ve adaletiyle bağdaştırılamaz. Çünkü ikinci surun üfürülmesiyle bedenlerle bulaşacak ruhları o zamana kadar bulundukları yerden alıp, ortada geçerli hiçbir neden yokken imha etmek ve tekrar yaratmak abesle iştigal olarak değerlendirilebilir ki bu, Yüce Allah’ın “Hakîm sıfatıyla” bağdaştırılamaz. Bu itibarla, “kıyametin kopuşu esnasında Allah’tan başka her şeyin helak edileceği” ifadesini (Kasas, 28/88; Rahmân, 55/26-27) “o an dünyada yaşayan ve henüz ölmemiş bulunan varlıkların ölmesi ve ruhlarının da diğer ruhların bulunduğu yere nakledilmesi” şeklinde anlamak gerekir. Zira Yüce Allah’ın Levh-i Mahfuz’da (ana yazılım/sünnetullah ve adetullahın “ilke/prensip/kurallarının” kaydedildiği ana/temel veri tabanı) belirlediği sünnetinde (kendisi için koyduğu kurallarda/ölçülerde, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşımasında ve faydalı bir gayesinin bulunmasında) bir değişiklik yapması söz konusu değildir. (İsrâ, 17/77; Ahzâb, 33/62; Fetih, 48/23).
Öte yandan beşerî ruhun -çok önceden değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında görevli meleklerce çıkartılıp alınması ruhun gaybî boyutunu yeterince kanıtlar mahiyettedir. Dolayısıyla ruhun metafizik boyutunu görmezlikten gelerek bedenle irtibatı sebebiyle “sadece beden üzerinden tahliller yapmak, ruhu inceleme dışı bırakmak” hem doğru hem de bilimsel değildir. Son yıllarda bazı bilim adamlarının bu yanlıştan döndüğü görülmektedir. Bu itibarla “beşerî ruh da bilimin konusu” olabilir ve olmalıdır.
Ruhun nasıl bir varlık olduğunu daha iyi anlamak için şu misali verebiliriz: Nasıl makinaya enerji verilince makine harekete geçiyor, kendisi için belirlenen programa uygun çalışıyor, enerjisi kesilince çalışması duruyorsa, ruhun bedene girmesiyle beden canlanır, ayrılmasıyla da ölüm gerçekleşir ve bedenin çalışması durur. Nitekim ruhun bedenden ayrılmasıyla ölümün gerçekleştiği herkesin malumudur. Bununla birlikte o ruh, Yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket etmiş ve Hz. Peygamber’e ittiba etmişse yeniden diriliş gününde gireceği yeni veya misli bedende dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve mükâfatını alır. Lakin o beşerî ruh kendinde mündemiç söz konusu boyutları doğru, etkin ve yerinde kullanmamış, şeytan ve taraftarlarının izinden gitmiş, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını umursamamışsa yaptıklarının sorumlusu olur, yeniden diriliş gününde gireceği bedende dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve bunların cezasını sonsuza dek çeker.
Öte yandan beşerî ruh bedene ait bir araz (varlığın özüne iliştirilen nitelik/cevhere iliştirilen sıfat) değildir. Çünkü araz sürekli yok olup yeniden yaratılır. Dolayısıyla ruh araz olsaydı insanın her an farklı bir ruha, kimlik ve kişiliğe sahip olması gerekirdi. Bu itibarla dünyada iken yaptıklarının bilincinde olan ve yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşıyan “beşerî ruhtur.” Bu beşerî ruh bakidir, ölmesi veya yok olması söz konusu değildir. Kur’ân’da yer alan “kişinin elleri ve ayaklarının şahitlik edeceği ve yanan derilerin yenileriyle değiştirileceği şeklindeki ifadeler” (Fussilet, 41/20-22; Nisâ, 4/56) insanın dünyada iken yaptıklarından mutlaka sorumlu tutulacağını vurgulayan ve insanların anlamasını kolaylaştıran “sembolik anlatımlardır.” Bu nedenle insanoğlu ikinci sur üfürüldüğünde, yeni veya misli bedeniyle yeniden yaratıldığında “dünyada iken yaptıklarının farkında olan ve geçmişi hatırlayan, bu “yeniden yaratılan beden” değil “ölümsüz olan o beşerî ruh”tur. Çünkü çocukluktan ölüme kadar insan bedeni sürekli değişime uğramakta ve yaşlanmaktadır. Ancak “benlik şuuru” diye de adlandırılan “beşerî ruh” hiçbir değişikliğe uğramadan varlığını sürdürmeye devam etmekte ve tüm bilgileri boyutlarından biri olan “hafızasında” depolamaktadır. Bu da insanın bedeninde farklı bir unsurun bulunduğunun apaçık bir delilidir ki o da biyolojik canlılığı sağlayan, “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan “beşerî ruhtan” başkası değildir.
Dolayısıyla yeniden dirilme esnasında bedenlere iade edilen beşerî ruh -gerek cenneti gerekse cehennemi hak etmiş olsun- yaptıklarını çok iyi hatırlayacaktır. Çünkü ölümsüz olan ve değişmeden kalan “beyin/beden” değil “beşerî ruh”tur; bu nedenle de geçmişte yaptıklarını hatırlayacak olan o beşerî ruhtur. Nitekim insanoğluna hesap günü yaptığı ve yapması gerekirken yapmadığı şeyler haber verildiğinde bir sürü mazeretler öne sürse de kendi yaptıklarına bizzat kendisi şahitlik edecektir ki (Kıyâme, 75/13-15), bu da “beşerî ruhun” yaptıklarını hatırladığının en açık delilidir.
Diğer taraftan varlıkları algılama, bilgi üretme, Allah’a inanıp itaat etme kabiliyetinin sadece insanoğlunda bulunması onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden biridir ki bu da “beşerî ruh” vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Nitekim tüm bu özellikler, insanoğluna imtihan edilmesi nedeniyle verilmiştir. Benzer şekilde kendileri için yaratılmış “paralel evrende” imtihan edilen “cinlerin de ruhları ve bedenleri” vardır ve onlar da aynı özelliklere sahiptir. Cinler, “bedensiz varlıklar” değillerdir. Yani; onların da “ateşten yaratılmış bedenleriyle” buluşan “ruhları” vardır ve bu ruhlar tıpkı insanlarda olduğu gibi “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutlar” içermektedir. Onlar da görevli ölüm melekleri geldiğinde ruhlarını teslim etmekte ve ateşten yaratılmış bedenleri kendi evrenlerinde kalakalmakta, ruhları ise ruhların bulunduğu âleme götürülmektedir. İkinci surun üfürülmesiyle onların da ruhları bedenleriyle birleşecek ve mahşer meydanında hak ettikleri yerde toplanacaklardır. (Cinlerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Emin Seyhan, “Envâru’l-Âşikîn’de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, 2013, Sayı: 39, (s. 167-172).
Diğer taraftan beşerî ruh ölümsüzdür. Çünkü en yüksek iyinin/adaletin gerçekleşmesi için bu dünya hayatının süre ve koşulları hiçbir biçimde yeterli olamayacağına göre “sonsuz bir hayatın varlığı ve ruhun bu hayatta yaşamını sonsuza dek sürdüreceği fikri” kabul edilmek zorundadır; zira bu, aklın ve mantığın gereğidir. Nitekim Hz. Âdem ve eşini yasak meyveden yemeye sevk eden ve kandırılmalarında en etkili olan âmil hiç kuşkusuz onların “melekler gibi olma (zaman ve mekân kısıtlaması olmaksızın hareket edebilme, çok güçlü ve kuvvetli olma, hızlı bir şekilde suret/şekil değiştirebilme, bütün dilleri konuşabilme) ve sonsuza dek yaşama” arzusudur. (A’râf, 7/20)
Beşerî ruhun nasıl bir varlık olduğunu şöyle bir misalle de açıklayabiliriz: Bir insanın “beyni” bilgisayarın donanımı yani; onun manyetik parçaları ise “beşerî ruh” da onun yazılımıdır. Yani; beynin çalışmasını sağlayan program “beşerî ruh”tur. Nasıl bir bilgisayarın programı olmadığında o bilgisayar hiçbir işe yaramıyorsa beyin de tek başına bir işe yaramaz; çünkü ruh olmadan beyin hiçbir anlam ifade etmez. Ruh, insani niteliklerin kaynağını teşkil eder. Beden ve duyu organları ise “ruhun vasıtaları” konumundadır.
Nitekim insandan insana beyin nakli olabilir ancak bu nakil gerçekleştiğinde değişen hiçbir şey olmaz. Yani; zeki bir insanın beyni aptal bir insana nakledilse o insan yine aptal kalmaya devam eder. Çünkü beyin, onu kullanan ruha göre şekillenir. Dolayısıyla zeki olmak isteyenin yapması gereken, “beyin nakli olmak” değil “beşerî ruhunu doğru yönetmesini ve onun vasıtasıyla beynini iyi çalıştırmasını ve kapasitesini artırmasını” bilmektir. Yani; beyin aktiviteleri üzerinde metafizik bir etki yapabilme gücüne sahip olan şey sadece beşerî ruhtur. Bu nedenledir ki psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların etkisi kalıcı değil geçicidir, sınırlıdır ve yan etkileri de oldukça fazladır.
Nasıl bir yazılım korunamadığı veya doğru işletilmediğinde bilgisayarın çalışması bozuluyor ve hiçbir işe yaramıyorsa, aynı şekilde beynin çalışmasını sağlayan “ruh programı” da “şeytan virüsünün bulaşması” veya “şeytanlaşmış insanların etkilerine açık hale getirilmesi durumunda” doğru çalışamaz, böylece insan, iradesini hayır değil şer yönünde kullanır, doğru kararlar alamaz ve kendi sonunu kendisi hazırlar.
Bu bakımdan nasıl virüslerden kurtulmak için bilgisayara format atmak gerekiyorsa, şeytan virüslerinin yanlış yönlendirmelerinden kurtulmak için de “Kur’ân ve sünnetin ilkeleri ışığında düşünmek, sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olmak, taklidi imanı tahkiki hale getirmek, bulaşmış virüsleri güvenilir dinî bilgilerle temizlemek, her gün imanını tazelemek/ güncellemek ve bu imanı “takvâ ve salih amellerle” korumak/desteklemek şarttır.
Beynin çalışmasını sağlayan ruh programı tabir caizse “fabrika ayarlarına uygun” işletilmezse ve kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle, ön yargılarla, mitolojilerle ve uydurma kıssalarla vesvâsi’l-hannâs’ın (İblis) yönlendirmelerine açık hâle getirilirse böyle bir insanın Rahman olan Allah’tan uzaklaşması, sanal ve sahte varlıkların peşine takılması, onları kendine dost edinmesi, ömrünü boşa harcayarak kendine zulmetmesi ve ahiretini kaybetmesi kaçınılmaz olur.
Örneğin bir insan, imanını tahkiki hâle getirmemiş ve Yüce Allah’a tam anlamıyla teslim olmamışsa böyle bir kulun bunalıma/strese/depresyona girmesi ve beynin sol ön bölgesinin deforme olması söz konusu olabilir. Her ne kadar mezkûr bölge ilaçla geçici olarak tedavi edilebilse de sağlam/sahih bilgiyle desteklenmeyen ve şeytanın ayartmalarına açık hale getirilen ruh programı doğru işletilemediği için insan, gerçek anlamda sağlığına kavuşamaz ve tam olarak huzuru yakalayamaz. Her ne kadar kullanılan ilaçlar kişide geçici rahatlama sağlasa, sanal mutluluklar verse de böyle birisi gerçek anlamda itminana kavuşamaz, her iki dünyasını da kaybedeceği o yolda ilerlemeye devam eder. Yapılması gereken, girilen o yanlış yoldan bir an önce dönmektir. Aksi halde geçici rahatlamalar sağlayan o ilaçların intiharları ve cinnetleri tetiklemesi kaçınılmazdır. Çünkü beşerî ruh, ancak Yüce Allah’ın ilkeleri (Zikr) ışığında çalıştırılırsa gerçek manada insanı huzur ve itminana kavuşturabilir (Ra’d, 13/28).
Diğer taraftan insanın canlı kalmasını sağlayan o ruhu “insanoğluna şah damarından daha yakın olan Yüce Allah’tan” uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek için uğraşan vesvâsi’l-hannâs (çok sinsi ayartıcı/şeytanî ses/İblis) vardır. Bu vesvâsi’l-hannâs iki türlüdür. Bunlardan birisiinsanın içinde, görmediği lakin sesini (savt) işittiği, bütün gücüyle ve sahte vaatlerle onu aldatmaya çalışan “şeytan/İblis” iken (İsra, 17/64), diğeri ise insanlardan olan ve Yüce Allah’tan başka varlıklara ilahlık yakıştıran “müşrik, kâfir, atesit, deist, agnostik, nihilist, münâfık, fasık, mücrim, zalim, vs.” kimselerdir. Nitekim dünyaya imtihan maksadıyla gönderilen insanoğlu ömrü boyunca sağlam bir mücadele ortaya koyarak bu sinsi ayartıcıları yenmeyi ve Yüce Allah’a yakın olmayı başarırsa, O’nun rızasını kazanır ve cenneti elde eder. Çünkü dünya hayatında insanların sinsi şeytanlara kanarak kötülük yapma imkânları olmasaydı, Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’e ittiba ederek iyilik yaptıklarında mükâfatlandırılmayı istemeye hakları olmazdı. Dolayısıyla burada belirleyici olan kişinin kendi tercihleridir. Bu bakımdan ruhun boyutları olan “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi” doğru bilinir ve işletilirse, virüs bulaştırılmazsa, bulaşan virüsler güvenilir dinî bilgilerle temizlenirse insanın güzel kararlar alabilmesi ve düşmanları olan şeytanları alt edebilmesi söz konusu olabilir. Zira mezkur boyutların tamamını doğru tanımak, tanımlamak, anlamak, anlamlandırmak ve hepsini yerli yerinde kullanmak gerekir.
Mesela “akıl”, “öğrenme yeteneği olan zekâ” ve “doğru düşünme melekesi olan mantık” içermektedir. Hem öğrenme yeteneği olan “zekâsını” hem de doğru düşünme melekesi olan “mantığını” yerinde kullanmayarak körelten/karbonlaştıran/mühürlettiren sonra da hakikate karşı “kör, sağır ve dilsiz kesilen” (Bakara, 2/18, 171) insanoğlu kendisine yazık eder. Çünkü “zekâ” ve “mantık” vahyin ışığında doğru bilgiyle ve güzel eğitimle geliştirilmezse ve sağlıklı bir şekilde çalıştırılmazsa “aklın” doğru analizler yapabilmesi ve doğru sonuçlara ulaşabilmesi imkânsız hâle gelir. Zira insana bahşedilen akıl nimeti, farklılıklara ve benzerliklere bakarak, parçaları birleştirip ayırarak bir sonuca varır. Eğer akıl, tüm verileri sağlıklı bir şekilde toplamaz, gereği şekilde analiz yapmaz, konuyu tüm yönleriyle incelemez, doğru teraziyle ölçüp tartmaz ve meseleye odaklanmazsa böyle bir akıl sahibi hiçbir zaman doğru neticelere ulaşamaz ve doğru hükümler veremez. Bu durumda onu sahte vaatlerle aldatmak isteyen şeytanın/şeytanlaşmış insanların oyuncağı olmaktan da kurtulamaz. Çünkü akıl bir paraşüt gibidir, açılırsa ve doğru çalıştırılırsa bir işe yarar. Nasıl paraşütü açılmayanın yere çakılıp ölmesi mukadder ise aklını kullanmayanın da manen ölmesi ve birilerinin elinde oyun ve eğlence aracı olması kaçınılmazdır. Bu bakımdan “vahyin ışığında çalıştırılmayan aklın” hakikate ulaşması ve şeytanı ve şeytanlaşmış kimseleri alt edebilmesi imkânsızdır. Nitekim Kur’an, aklını kullanmayanların, köreltenlerin ve uyuşturanların üzerlerine rics’in (pisliklerin, adı duyulmamış bulaşıcı hastalıkların, acıların, streslerin, depresyonların, felaketlerin, musibetlerin vs.) yağacağını ifade etmektedir (Yûnus, 10/100). Ayrıca Mahşer günü bunların; “Keşke söz dinlemiş veya aklımızı kullanmış olsaydık” (Mülk, 67/10) mazeretlerinin/bahanelerinin onlara hiçbir faydasının olamayacağını haber vermektedir.
Aynı şekilde “şuur düzeyini artırmayan, vicdanının sesini dinlemeyip onu bastıran/kapkara hâle getiren, Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği duygu ve sezgi gibi özelliklerini yerli yerinde kullanmayan” kimse de kendine zarar verecektir.
Bu nedenle her insanın kendi ruhunda bulunan bu “psikonları” (madde olmayan zihinleri, foton özellikli kütlesiz enerjileri, ışık hızından daha hızlı enerji parçacıklarını) geliştirmesi, iyi yolda kullanması ve sağlam bir iradeyle doğru kararlar alması şarttır. Aksi halde yaratılış gayesinden uzaklaşması ve şeytanların elince oyuncak olması kaçınılmaz bir son olarak kendisini beklemektedir.
Görüldüğü üzere herkes özgür iradesiyle yaptığı tercihler sonucu geleceğini/kaderini kendisi belirlemektedir. Dolayısıyla ruh, şeytan, cin, nefis, akıl, mantık, muhakeme, şuur, vicdan ve sezgi gibi kavramların ne manaya geldiğini öğrenmeyen, bu konudaki kafa karışıklıklarını gidermek için beyin fırtınası yapmayan, işin doğrusunu öğrenmek için zaman/çaba/emek harcamayan, bu dünyada niçin bulunduğunu sorgulamayan, hayvanlar gibi yiyip, içen, çiftleşen, eğlenen ve uyuyan bir insanın Hakk’ı tanıması ve O’na vasıl olması hiçbir şekilde mümkün değildir. Böyle birisinin gideceği yer şeytanın ve şeytanlaşmış insanların yanıdır. Onların da taraftarlarını götürecekleri yer Kur’ân’da haber verildiği üzere cehennemdir.(Bakara, 2/257; Nisâ, 4/76; İbrahim, 14/22; Fâtır, 35/6; Cin, 72/23).
Sonuç olarak, Kur’an ve sahih sünnetin ilkeleri ışığında “ruhunda mündemiç” öğrenme kapasitelerini (zekâlarını) geliştirmeyen, doğru düşünme melekelerini (mantık kurallarını) göz ardı eden, bilinçlerini (şuurlarını) körelten, vicdanlarının sesini (rahmânî ve melekânî ses) bastıran, hafızasını lehve’l-hadisle dolduran, duygularını ve sezgilerini yerinde kullanmayarak heder eden kimseler kendilerine bahşedilen tüm bu potansiyelleri verimli kullanmadıkları için başta kendilerine, daha sonra da diğer insanlara büyük zararlar verecek, ömürlerini boşa geçirecek ve ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.