Tıp fakültesinden mezun olup çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanlık alanında çalışmaya başlayalı yirmi yılı geçti. Adı üstünde ruh benim uzmanlık alanım. Tahmin edeceğiniz gibi anne babalar, bazen babaanne ve halalar, çocuklarının ruhlarına bir baktırmaya geliyorlar. “Hasta mı, sağlıklı mı, iyi mi, kötü mü?” diye soruyorlar. “Anormal bir durum varsa, düzeltiver” diyorlar. “Allah korusun, ruh hastası olmasın, ellerden ırak!” Bir de korkuyorlar; ruhu hasta ise birdenbire, “Deli mi yani?” diye soran biri oracıkta bitiyor da ondan. Sonra da hemencecik yapıştırıyor atasözünü: “Ölüsü olan bir gün, delisi olan her gün.”
Peki, bu ruh da neyin nesi? Öncelikle şunu ekleyeyim, şu ruh çağırma seanslarında söz edilen ruh var ya, hani sözüm ona ölülerin ruhu, bilmem kimin ruhu, bedenden ayrı ve hatta ‘21 gram’ olduğu söylenen… İşte benim anlatacaklarımın o ruhla bir ilgisi yok. Bu yazıda söz etmeyi amaçladığım ruh, yani psikiyatri özelindeki ruhsal aygıt, diğer bir deyişle psişe hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü bu ruh (psişe) tüm duygu, düşünce ve davranışlarımızla doğrudan ilişkili bir yapı. Bu yapının ürettiği edimsellik, hareket, aksiyon da irade dediğimiz şeyle doğrudan bağlantılı. Sonuç olarak, insan olan herkesin bir ruhsal aygıtı var ve çoğunun da iradesi –belki de özgür iradesi- bu aygıtın sağlıklı çalışmasına ihtiyaç duyuyor. Demem o ki duygu, düşünce ve davranışların doğası ve insan iradesi ile ilgilenen herkes -eli mahkûm hepimiz- soru sormaya başladığımız andan itibaren bu işe bulaşmış durumdayız.
Şöyle söyleyeyim, varsak -yani daha ölmediysek- ve ruhsal aygıtımız yeterince sağlıklıysa -şimdilik buna psikiyatri uzmanları ve hâkimlerin hüküm verme yetkisi var- ‘bilerek’ ve ‘isteyerek’ yaptıklarımızdan (irademizden) sorumluyuz. Ayrıca –çoğu zaman- yapmadıklarımızdan da sorumluyuz. -Tıbbi ya da hukuki açıdan, mantıken ve pek çok dine göre- ‘yapmak ya da yapmamak’, yani özgürlük bizi bağlıyor. Özgürlüğe, seçim yapmaya mahkûmuz. Ben oynamıyorum, diyemiyoruz. Çünkü oyunun içinde bulmuşuz zaten kendimizi. Yani, biz oyunla var oluyor, oyun yoksa yok oluyoruz. “Felsefeyle, ruhla, iradeyle işim olmaz” diyen biri, belki de farkına varmadan “Benim düşünmeyle, hukukla, adaletle, özgürlükle, seçme hakkıyla, hakikat ve gerçeklikle bir işim olmaz” demiş oluyor. İşte ruhu ve insanı bilmek kendini bilmekle; iradeyi bilmek de ahlâkı, hukuku, adaleti bilmekle eşdeğer anlamlar kazanmaya başlıyor. Ruhunu bilmek ve ona iyi bakmak, iradeni tanımak ve onu titizlikle harekete geçirmek insan olmanın doğal bir yan ürünü gibi görünüyor. İnsan olmaya mahkumuz. İşte bu yüzden düşünmeye yani eylemeye, karar verip uygulamaya, yani yapmayı ya da yapmamayı seçmeye mecburuz. Özgürlük varsa, kaçış yok. Durum bu.
‘Ruh, zihin, bilinç, kendilik, benlik’ acaba birbirlerinin yerine kullanılabilen kavramlar mıdır? Ayrıca, ‘psişe, tin, nefs, can, kalb’ gibi farklı terimler ruh kavramı ile ne kadar kesişim gösteriyor? Thomas Nagel’in “yarasa olmak nasıl bir şeydir?” sorusu önemli. Sanırım, bunu asla tam olarak bilemeyiz. Ya da doğuştan kör birine renkleri nasıl anlatabiliriz? Başkasının da zihni var mı? Başkasının zihninden bakabilir miyiz? Yani, tam anlamıyla empati kurmak, başka birisiyle hemhâl olmak mümkün mü? Varlık’ı fark eden ve fark ettiğini de fark eden ben -bilinç olarak varlık bulan şey- de ne o zaman? Kimileri, işte bu bilinçli varlık / şeye ‘ruh’ demeyi tercih ediyor. Dini çağrışımları nedeniyle ve her inanç ve toplumda çok farklı anlamlar yüklenmiş bir kavram oluşundan, işe seküler taraftan yaklaşmayı tercih edenler ise ‘ruh’ yerine ‘psişe’ ya da ‘zihin’ diyerek anlam bulanıklığını daha da arttırmış oluyorlar. Öte yandan bir gerçek var ki, -ben ve benim gibi- binlerce hekim ‘ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı’ ya da ‘psişe uzmanı (psikiyatr / psikiyatrist)’ bu ruh / psişe denen şeyle ilgili olarak on binlerce saat mesai harcıyorlar. O zaman bu ruh da ne?
Dediğim gibi, ruh kavramının çok farklı anlam ve çağrışımları olabiliyor. Gazali, “Sen cisminle değil, ruhunla insansın”; Diderot ise “Vücudu öldürenden korkmayınız. Ruhu öldürenden korkunuz.” demiş. Lord Byroni ise “Bütün mesele ruhları görebilecek gözler edinmektir.” diye söylemiş. Viktor Hugo’nun bir romanındaydı sanırım; “Sadece bedenleri, şekilleri, görüntüleri sevenlere ne yazık! Ölüm her şeyi yok edecek. Ruhları sevmeyi öğrenin.” Gerçekten her şey ölür de, ruhlar ölümsüz müdür?
Henüz basılmamış bir kitap taslağımda yer alan bir paragraf var. Onu da bu yazıya eklemek iyi olur diye düşündüm: “(…) Şimdi uykuya dalacağım ve birden bire sabah olacak. Zamanda yolculuk gibi. Belki yedi, belki dokuz saat geçecek, ama ben orada olmayacağım. Orada olacağım tabii ki de, ama hiç fark etmeyeceğim zaman nasıl geçmiş. Bir dalabilsem. Böyle düşününce de dalmak daha zor oluyor. Uyku kovaladıkça kaçan bir gölge gibi. Yakalamaya çalışsan o kaçıyor, sen ondan kaçmak istesen bu sefer peşini bırakmıyor yani. Zihnim de bedenimin gölgesi gibi. Birlikte ama ayrık. Gölge nasıl ışığa bağımlıysa, zihin de uyanmaya bağımlı. Uyurken bir yerlere gidiyor. Karanlıkta her şeyin zaten bir gölge olması gibi, uyurken de hiçbir şey yok gibi yani. Uyanınca, ışıkla ortaya çıkan gölge gibi zihin de hemen oracıkta oluveriyor. Peki ya rüya? Rüya da bir tür uyanıklık hali olabilir mi? Uykunun tam ortasında zihin de birden bire ortaya çıkıyor sanki. Ya da uyanıkken de zihin kaybolmuyor mu bazen? Niceleri var sanki konuşuyor, geziyor, bakıyor ama uykuda gibi. Uykuda konuşur ya da uyurgezer gibi. Zihni alınmış beden gibi. Sanki zombi gibi. Ya da robot gibi. Korkunç. Varlar ama yoklar gibi. (…) Buradayım, içindeyim. Duramam. Hareket etmek zorundayım. Bir karar vermek zorundayım. Her yaptığım da ya da yapmadığım da beni değiştiriyor, aynı kalamıyorum, elimde değil, değişiyorum durmadan. Bu değişimin ne kadarı benim elimde, bana ait? Peki, ama ya zihnim, kendiliğim? Onda sabit kalan, değişmeyen bir şeyler var gibi sanki. Heraklit’in dediği gibi ‘Değişmeyen tek şey değişim’ mi, yoksa Parmenides’in karşı çıktığı gibi aslında bütünde değişen bir şey yok da, bize değişiyormuş gibi mi geliyor? Bu konuda da emin değilim. Belki de ikisi de haklıdır.(…)”
Ruh kavramı ilkçağda, Sokrat öncesi filozoflarda da ele alınmış. Çoğu varlığın özünü araştırırken insanın ruhunu da ayrı tutmamışlar. Tüm varlığı boşluk ve atomlar olarak gören bir düşünür olan Demokritos bile ruhun varlığına inanmış, ama onun da atomlardan oluştuğunu düşünmüş. Platon ve Aristo da günümüzde id, ego, süperegoya benzer şekilde ruhu üç bölüme ayırmışlar. Platon ile idealizm en uç noktadadır. Platon’un felsefesi akıl ve madde, Tanrı ve dünya ile ruh ve beden arasında kesin bir düalizm koyutlar. Platon’a göre ruh üç bölümden oluşur. Ruhta akıllı (mantıklı, ego), tinli (vicdan sahibi- superego) ve arzulayan (id) kısım vardır. Aristoteles içinse anima bedenden ayrılamaz ama salt bedenin içinde bulunan bir şey değildir [bedene içkindir]. Durağan bir şey değildir ve biçimlendirici bir güce sahiptir. Yaşamsal işlevlerin tümünü içerir. Bedene canlılık veren ilkedir. Bedendeki organların işlevlerini yerine getirmesini sağlar. Ruhu bedenin formu, yani maddesel bedene her ne ise o olma özelliğini kazandıran ilke olarak tanımlayan Aristoteles’e göre ruh entelekheia’dır.
Ortaçağda, Augustinus da Aristoteles gibi ruhun bedenin yaşatıcısı olduğunu düşünür ve işlevlerine göre dört farklı ruh tanımlar. (1) İlki, hayvanlarda ortak olarak bulunan anima’dır. (2) İkincisi, yalnızca insana ait olan animus’tur. (3) Mens, insana ait olan ruhun en yüce tarafıdır. Bilgelik, düşünsel bilgiyi ve bilimi içerir. (4) Augustinus, bunların hepsinin üstünde olan ve diğerlerini içeren spiritus adını verdiği dördüncü bir ruh olduğunu söyler. Spiritus akıl ya da zihin anlamında ruh kavramıdır. Gazali, İbn-i Sina, Farabi ve çok daha fazlası da ruh üzerine düşünmüş.
Yakın çağlara geldiğimizde, modern felsefenin kurucusu kabul edilen Descartes’a göre beden-zihin ayrı iki tözdür ve birbirlerine indirgenemezler. Descartes’ın açık seçik ideler kavramı, onun zihin kuramında çok önemli bir yere sahiptir. Descartes’ın zihin kuramına göre ideler zihnin nesneleridir. Descartes “ruhumuzda bir ihtiras olan şey, bedende bir etkidir” diyerek, zihin ve beden arasındaki ayrımı anlamanın en etkili yolunun ihtirasların (duyguların) doğasını anlamak olduğunu belirtir. Çağdaşı David Hume ise benzerlik, bitişiklik ve nedensellik ilişkilerine dayanarak, “Bu farklı algılar arasında onları birleştiren bir bağlantı olduğunu hissettiğimizi, kişisel özdeşlik fikrinin de hayali, uydurma bir tasarım olduğunu” söyler. Bundle (yığın) kuramını ortaya atan Hume’a göre, sürekli ve değişmeyen bir kendilik fikri bir yanılsamadır ve dolayısıyla kişisel özdeşlik tasarımından bahsetmek saçmadır. Kant’ın aşkınsal idealizminde insan zihni deneye hiç başvurmadan yeni bilgiler ortaya koyabilir (ör. saf matematik gibi). Kant, “Duyusallık olmadan bize hiçbir nesne verilemez ve anlama yetisi olmadan hiçbir şey düşünülemez. İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız görüler kördür” der. Kant zihni (insan ruhunu), Tanrı ve kozmos (evren) kavramları ile birlikte bilinemez (numen) olarak ele alarak fenomenlerden ayrı yere koymuştur.
Türkçede daha çok dini bir göndermesi olan ve insanın öz / manevi varlığı için ‘ruh’ sözcüğü yaygın olarak kullanılsa da, Kur’an’da daha çok Cebrail diye bilinen meleği ifade etmek amacıyla Ruh kelimesi kullanılır ve çok az yerde geçer. Aslında nefes / soluk anlamını içinde barındıran nefs sözcüğü, insanın manevi varlığı anlamını daha çok temsil edebilir. Yine Arapçadaki benzer kökenli rih, ravh ve ruh kelimeleri rüzgar, hava, nefes, koku gibi anlamları da içerir. İbranice ruah sözcüğü de benzer bir etimolojik kökene sahiptir. Pek çok düşünüre göre ruh kelimesinin ‘bedene canlılık kazandıran ayrı bir manevi varlık olduğu’ düşüncesi Gazali ve Razi gibi yorumcular nedeniyle yaygınlık kazanmıştır. Bu yüzden de, yıllar içinde baskın dini kültürde -Descartes’in yol açtığına benzer- bir ruh ve beden (zihin ve beyin) dualitesi doğmuştur. Maddeye formu veren (Aristo düşüncesi) ya da gölgenin aslı olan idealardaki (Platon düşüncesi) gibi bir ruh anlayışı, İngilizcede spirit ve soul sözcükleriyle de karşılanabiliyor. Benzer şekilde, Türkçeye Farsçadan giren can sözcüğü de ‘ceseti ayakta tutan hayat’ anlamında, ruh kavramına benzer bir anlam ifade ediyor. Bu noktada ilginç olan, hemen tüm kültürlerde ruh / nefs anlamı ifade eden sözcüklerin benzer bir anlam yelpazesine sahip olması olabilir. Örneğin, Grekçedeki pshue (aynı zamanda psikiyatri ve psikoloji sözcüklerinin de kökeninde yer alan psişe) hava ve rüzgar anlamına geliyor. Latince ‘nefes almak’ anlamına gelen spiritus sözcüğü Fransızca ve İngilizceye spirit olarak geçiyor. İngilizce soul ve Almanca seele kelimeleri de Gotik dilinde fırtına anlamına gelen senevela sözcüğünden köken alıyor. Yine hava anlamına gelen gazukhest, İngilizcede ghost ve Almancada geist olarak karşımıza çıkıyor. Eski Türkçede tın sesi çıkaran, hareketli ve canlı varlıkları tarif eden tin sözcüğü de yine ruh benzeri bir anlam ifade ediyor. Son tahlilde, en eski Pagan kökenli, animizm içeren dinler de dahil olmak üzere, her dinde insanoğlu varlığa üst düzeyden (soyut, ikincil) bir anlam atfetmiş. Diğer bir deyişle bu tür bir inanca yatkın bir biyolojik, sosyolojik ve psikolojik altyapı göstermiştir. Fransız toplumbilimci ve antropolog Levy-Bruhl İlkel İnsanda Ruh Anlayışı isimli kitabında, ilkel sayılan çok sayıda toplulukla, beş kıtada birbirlerinden on binlerce kilometre uzakta yaşayan insanlarla ilgili çalışmalarını ayrıntısıyla sunar. Dikkat çekici olan, ruh ve Tanrı kavramının yüzlerce farklı isimle de olsa hemen her toplumda kavramsal olarak varlığını göstermesidir.
Hinduizm gibi pek çok Doğu dininde ve eski Yunan’daki pek çok ekolde ruh göçüne (reankarnasyon ve tenasih) inanılır. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi İbrahimi dinlerde de insan ruhunun bedensel ölümden sonra da yaşamaya devam edeceği temel bir inançtır. Öte yandan, Farabi gibi kimi düşünürler “cahil” diye ifade ettiği ruhların ölümsüz olmadığını savunmuştur. Diğer bir deyişle, Farabi kendi varlığının farkına varmamış; bugünkü deyişle, ‘davranışlarının anlam ve öneminin farkına varma ve onları kontrol etme yetisi’ göstermeyenlerin bir şekilde yokluk ile son bulacaklarını, diğer ruhların ise ölümsüz olduklarını öne sürmüştür. İbn-i Sina ise, insanı meydana getiren iki unsurun (faal akıl ve insani nefs) arasında biri diğerini var edecek şekilde hiçbir sebeplilik ilişkisi bulunmadığı söyler. Gazali nefs, akıl ve ruh kavramlarına ek olarak kalp kavramını da vurgular. Bu kavram sayesinde akıl dışı bir sezgi ile ruhun yol alabildiğini ifade eder. Gazali kalbi ve sezgiyi vurgulayarak, ruha beden dışı bir varlık gibi dualist çağrışımlarla yaklaşarak düşünsel bir yol ayrımına neden olmuştur. Bu düşünsel yol ayrımının yüzyıllardır süren etkisi ayrı bir yazı konusu olmayı hak ediyor.
Dini literatür ve dinler tarihi, etimolojik yaklaşım bugünkü bilimsel jargonumuza ne kadar yabancı gelse de, aslında benzer bir yöntem izleyen psikodinamik yaklaşım da ego, süperego ve id gibi yeni terimler ortaya koyarak benzer sorunsalı benzer bir açmaz yola girerek çözmeye çalışmıştır. Bu açmaz yol; döngüsel tanımlarla hareket eden, kaplam ve içlemi belirsiz ifadeler kullanan ve yeri geldiğinde tamamen zıt anlamları da içinde barındıran, yanlışlanması mümkün olmayan bir teorik zemin ortaya konulmasıdır. Ruh kavramının teolojik açılımları üzerinde ayrıntılı okuma yapmak isteyenlere Mehmet Dalkılıç’ın İslam Mezheplerinde Ruh isimli kitabını öneririm. Felsefi / dini literatürde ruh ve nefs kavramları hakkında bir kafa karışıklığı olduğunu düşünüyorum. Caner Taslaman bir makalesinde Green’den alıntı yaparak İbranice nephes, basar, leb ve ruah gibi ve Yunanca soma, psyche, pneuma ve sarx gibi terimlere yüklenen farklı anlamlarla insanın doğası hakkında farklı görüşlerin oluştuğuna dikkat çekmiş. Green, İbranice’de nephes kelimesinin –bizdeki nefs gibi- ‘insanın bütünlüğü içinde algı ve duygularını’ ifade ettiğini, fakat insanın maddi vücudundan ayrı bir cevhere işaret etmesi gerekmediğini belirtmektedir. Yani ruh, psişe, nefs temelde aynı şey olabilir. Bunları, yani ruh ve nefsi iki farklı töz olarak ele alma düşüncesinin kökeninde Platon’un erken dönem kilise üzerindeki etkisinin sebep olduğu düşünülebilir. Bu dualist fikirlerin Hıristiyanlığa yerleşmesindeki en önemli figürlerden biri Augustinus olmuştur.
Psikiyatr ve zihin felsefecisi Giulio Tononi, ruh ile benzer bir kavram olarak ele aldığı ‘bilinç’ten söz ederken, “Bilincin ne olduğunu herkes bilir; her gece seni rüyasız uykuya daldığında terk eden ve ertesi sabah uyandığında tekrar geri dönen şeydir” diyor. Bedenimiz bütünsel bir organizmadır. Dışarıdan duyular aracılığıyla veri girer, veri işlenir ve bir duyum / davranış vb. şekillerde bir çıktı oluşur. Temel soru şudur: Biz bu giriş-çıkışta neredeyiz? Sadece algoritmalardan oluşan bir otomat mıyız? Yoksa irade ortaya koyuyor muyuz? Eğer irade ortaya koyuyorsak irade ortaya koyan ne, neresi ve nasıl? Acı varsa, eğer acı çekiyorsam evet, can acım bensiz olamaz. Ama ben can acımsız olabilir miyim peki? Birlikte mi var oluyoruz yoksa? Işığın parçacık dalga ikilemindeki gibi zihin-beyin tek ama biz farklı ölçüm teknikleri ile iki farklı şey gibi mi algılıyoruz? Zaten zihni fiziksel olarak gösterseydik zihin-beden ayrımı olmaz mıydı? Yoksa zihin ve beden ayrı ise zaten fiziksel olarak gösterilemez mi? Kırmızıyı algılayan bir göz yoksa kırmızı kırmızı mıdır? Göz yoksa –aslında görüntüyü algılamamızı sağlayan beyin yoksa diyelim- zaten “kırmızı var” da diyemez miydik?
Schopenhauer, “Nasıl ki retina üzerindeki görme sinirinin tam giriş noktası kör, nasıl ki beynin kendisi bütünüyle hissiz, güneşin cismi karanlık ve göz kendisinden başka her şeyi görüyorsa, ben de bilinçteki karanlık noktadır.” der. Hegel’e göre ise bilinçte, bilinçli olan ile bilince konu olan arasında bir bölünme yaşanmış olur. Aslında bilince konu olan ile bilinçli olan aynı şeydir ve suni bir bölünme yaşanır. Böylelikle tek ve bir olan şey, özne ve nesne olarak ikiye yarılmış olur. Hegel’in ifade ettiği arzu ise parçalanmış ve özne ve nesne olarak ikiye bölünmüş benliği aslında bir araya getirmek için ortaya çıkmıştır ama arzu bu bölünmeyi daha da arttırır. Ancak toplumsal etkileşim yoluyla hakiki bir özbilinçten bahsetmeye yetkili olabileceğimizi de söyler. Yani, özbilinç bir kendisi-öteki ayrımı gerektirir. Diğer bir deyişle, ‘her birimiz neysek o olabilmemiz için, sökülmez bir biçimde başkasına bağlıyız’ demek ister. Hegel için de biliyorsunuz diyalektik yöntem (tez- antitez- sentez) çok önemli ve ona göre özbilinç ile bilinç karşıtlığının sentezinden de akıl ortaya çıkar. Hilmi Ziya Ülken’in Hegel’e olan eleştirisi ise ‘öncelikle insanın (irade ya da arzu) sadece akılla açıklanamaz olması’ şeklindedir. Ayrıca, Hegel’in ifade ettiği diyalektik değişimi (oluş) varlığın yerine ikame etmesini de eleştirir. Ülken’e göre, her hal varlığın bir tür tavrıdır. Aslolan oluş değil varlıktır ama insan oluşla var olur.
Son yüzyılda, ruh / zihin üzerine yazılan kitap sayısı son derece hızlı artış gösterir. Bunun en temel nedenlerinden biri de son yıllarda beyin yapısı ve işlevleri, yani nörobiyoloji ile ilgili bilimsel bilgimizin hızla artmasıdır. Tüm bilimsel gelişmelere karşın ruh, zihin ve bilinç kavramı üzerine felsefi tartışmalar ve fikir ayrılıkları daha da artmış gibi görünüyor.
Beden zihin ilişkisini bilimin sonuçlarını kullanarak temellendirmeye çalışan Karl Popper, bunu ‘Üç Dünya Görüşü’ ile ele alır. Dünya 1, fıziksel içeriklerin alemi olan fıziksel dünya iken; Dünya 2, zihinsel durumların dünyası olup kısmi şuur, psikolojik eğilimler ve şuursuz durumları içerir. Dünya 3 ise düşüncenin dünyası olup insan zihninin ürünlerini kapsayan dünyadır. Popper, Platon’daki görünüşler alemini Dünya 1, ideler alemini de Dünya 3 ile özdeş olarak görür. Ayrıca Platon, buna ilave olarak ‘ruh durumlarından (states of soul)’ söz eder. Popper’da bu alan, Dünya 2’ye karşılık olarak gösterilebilir. Popper’a göre Dünya 3’ün objeleri soyuttur ama hiçbiri daha az gerçek değildir. Onlar Dünya 1’i değiştirmek için güçlü aletlerdir. Dünya 3’ün objeleri Dünya 1’e yalnızca insan aracılığıyla etki eder. Popper, hiçbirimizin selfler (bir kendilik sahibi) olarak doğmadığını ancak self olduğumuzu yaşam sürecinde öğrenmek zorunda olduğumuzu belirtir. O, self şuurunun diğer şahıslar arasında geliştiğini iddia eder ve kişinin kendi şuuruna başkalarının şuur aynalarındaki yansımalarına bakarak varılabileceğini belirtir. Bu süreç daha sonraki dönemlerde dile dayanır. Ancak yalnızca algı ve dil bir şahıs olmak için yeterli olmayıp diğer şahısların Dünya 1’leri ile de yakın ilişki kurmak gereklidir. Bir beyin bilimci olan Eccles da, Popper’in etkileşimci teorisini nörobiyolojik temeller üzerine geliştirmeye çalışmıştır.
Stephen Priest Zihin Üzerine Teoriler isimli kitabında, Kendilik ve Beyni isimli kitabı yazan Popper ve Eccles için ‘kendisinin bilincinde zihin’ görüşünü benimsedikleri için onların da dualist olduklarını savunur. Zihin felsefecisi Gilbert Ryle, psikolojik hayatın unsurlarını yok saymak istemediğini söylese de Priest’a göre, sanki bireyin yaşanmış deneyiminin taşıdığı önemi yine de hiçe sayar gibi görünmektedir. Priest’e göre Kant, ruha aşkınsal -Platon benzeri- bir anlam yüklerken Hegel, ruhu içkin -Aristo benzeri- olarak ele almıştır. Hegel’e göre bireyi birey yapan başkalarıdır. Priest ‘Hegel’e göre, bir düzeyde herkes kendi varlığını görmek için ötekinin ölümünü görmek ister’ şeklinde ifade eder.
Descartes’a göre benlik bilinci epistemolojik önceliğe sahipken Kant’a göre tam tersi geçerlidir. Yani Kant’a göre, benlik bilincine sahip olabilmek için önce dış dünyanın bilincine sahip olmak gerekir. Spinoza’ya benzer yaklaşım getiren Bertrant Russell da, zihin konusunda kendi yaklaşımını ‘nötr monizm’ (nötr bircilik) olarak adlandırır. Bertrand Russell materyalizmi, idealizmi ve düalizmi reddeder. Kuantum fiziğinden yararlanarak Heisenberg ve Schrodinger’in kuramlarının matematiksel olarak birbirine eşdeğer olduğunu ortaya koymaya çalışır. Böylelikle madde bir tür enerji olarak da okunabilir ve madde sadece bir kurgu haline gelir ve var olan tek gerçek “olaylardır.” Russell’a göre, iki fiziksel nesne birbirinin uzay-zamansal konumlarını işgal edemeseler de, olaylar uzay-zamanda üst üste binebilirler. Yani Russell’a göre zihinsel olan, doğrudan tanışıklık yoluyla edinilen içgözlemsel bilgi / olaydır. Ona göre madde ya da ruh değil, olay / deneyim varlığın kendisidir. Fenomenolojik yaklaşımın önde gelen isimlerinde Brentano da Russell’a benzer düşünür. Ancak Russell’dan farklı olarak, zihinsel fenomenler içinde yönelimsel olmayan -kendinde şey gibi bir şey- olduğunu ifade eder. Fenomenal yaşantıların, algıların ortaya çıkması için beynin bazı nöral aktiviteleri gerekli ve yeterli olabilir. Saffet Murat Tura, Zor Problem: Bilinç isimli kitabında ‘fenomenal bilinç’ kavramının karşısına ‘beynin fenomenal dünyası’ kavramını koyup kendilik algımızın da diğer fenomenler gibi sıradan bir fenomen olduğunu öne sürüyor gibi. Halbuki, öznellik bilincin özüdür. Öznellik, kişinin kendine yönelik farkındalığı, yani kendilik bilinci olarak tanımlanır. Bilincin özsel niteliği olarak öznellik, kişinin birinci şahıs bakış açısını da temsil eder.
Az önce söz ettiğimiz gibi, Karl Popper ile Nobel ödüllü nörobiyolog Eccles birlikte yazdıkları Kendilik ve Beyni (The Self and Its Brain) isimli kitapta, ‘kendisinin bilincinde zihin’ görüşünü savunmuşlar. Dualisttirler. Yani, zihin bedene ve beden de zihine etki eder diye düşünürler. Eccles ikisi arasında bir zaman boyutu olduğunu, biri diğerini öncelediğini savunur. Onun dualizmi Descartes’tan farklıdır. Bir olayı içerden yaşamakla, yani öznel deneyimle, onu dışarıdan tespit etmenin, yani nesnel veriler ortaya koymanın aynı şey olamayacağını söylemeye çalışır. Descartes ise beden olmadan da zihin olabilir diye düşündüğünden çok keskin bir dualisttir. La Mettrie ve Ryle gibi materyalist temelli epifenomenizmi savunanlar ise sadece fiziksel olayların zihinsel olaylara etki edebileceğini düşünürler. La Mettrie mesela, Descartes’ın hayvanları birer makine gibi görmesinden etkilenerek insanın da bu şekilde açıklanabileceğini, insanda maddi bedenden ayrı bir cevher tasavvur etmeye gerek olmadığını söylemiş. Zihin felsefesi alanında önemli bir deneysel yeri olan Turing makinesini geliştiren, bilgisayar biliminin kurucusu sayılan ünlü matematikçi Alan Turing, beyni bir çanak soğuk yulaf lapasına benzetmiştir ve ona göre insan beyninin bir bilgisayardan farkı yoktur.
Ondokuzuncu yüzyılda yaşayan hekim ve antropolog Virchow, “Çok sayıda kadavra diseke edip inceledim ve hiçbir zaman bir ruha rastlamadım” diyerek bedenden ayrı bir ruh kavramı ile dalga geçmiştir. Bu bakış açısı ile ruhu bedenden ayrı gören ve ölünce bedenin yirmi bir gram hafiflediğini, bunun da ruhun varlığını ispatladığını düşünen bakış açısı aslında birbirine çok benzer. Mantıkçı pozitivistler bir şeyin doğrulanma koşulu yoksa o şeyi anlamsız olarak değerlendirdikleri için, fiziksel bedenden ayrı olarak ele alınabilecek bir zihin kavramını düşünmeyi de anlamsız bulurlar.
Ryle, Zihin Kavramı (The Concept of Mind) isimli kitabında zihin için ‘makine içindeki hayalet’ tanımlaması yaparak kartezyenci dualist görüşle adeta alay eder. Bir dil felsefecisi olarak, zihin kavramını bir tür ‘yanlış dil kullanımı’ olarak görür. Ryle aslında hür iradeye de inanmaz. Hatta Ryle içgözlem diye bir şeyin de var olmadığını söyler. Şöyle söyler: “Diyelim ki bir tür farkında olmanın farkındalığı diye bir şey var. O zaman aynı anda iki şey yapıyoruz demektir ve bu çok saçmadır. İçgözlem yaptığımı ancak içgözlem yaparak biliyorsam ve bunu da içgözlem yaparak bileceksem, bir şeyin tek kanıtı kendisi ise bu şeyi düşünmek anlamsızdır.” Ona göre hisler vardır ama duygular yoktur. Sanırım Ryle ile konuşarak bir zombi ya da bir robot olmadığımız konusunda onu asla ikna edemeyiz. Wittgenstein da ilk dönemde Tractatus isimli kitabında gerçekçi bir dil kuramı geliştirmeye çalışmış, anlamsız bütün cümleleri gereksiz saymaya çalışmış, sonra ikinci döneminde fark etmiş ki insanlar anlaşmak için mecburen bir dil kullanıyor ve ortak anlam yaratılıyor, buna da dil oyunları demiş. Yani Wittgenstein’a göre anlam sadece kullanımda var olur, zihin kavramı da sadece bir dil oyunundan ibarettir; içsel, gizemli, mahrem ve psikolojik bir şey değildir. Dışsal, apaçık, kamusal ve davranışsaldır. Wittgenstein’a göre, psikolojik kavramlar yalnızca kişinin kendi özel durumundan hareketle öğrenilemez. Bunları öğrenecek kişinin, bunların kullanımına dair üçüncü şahıs ölçütlerini de edinmesi zorunludur. Tabii Ryle’ın yaklaşımına katılırsak ve içgözlemin anlamsızlığını kabul edersek Jung ve Freud gibi kuramcıların tüm söylediklerini çöpe atmamız gerekecek. Benzer şekilde Wittgenstein’a da katılırsak, yani dil oyunu ortak anlam olmaksızın dil öncesi anlamın kapsam dışı bırakılması gerektiğine inanırsak, Lacan’ın bilinçdışı ile ilgili tüm dediklerini ve dil öncesi beyin gelişiminde yer alan tüm öznel algıların önemini unutmamız gerekecek. Materyalist düşüncenin son temsilcilerinden Nicholas Humprey, zihin kavramını ‘evrimsel bir hile’, Daniel Dennett da –‘heterofenomenoloji’ olarak adlandırılan yaklaşımı ile- bilinci ‘ancak üçüncü şahıs bilgisiyle erişilen bir şey’ olarak tanımlamış, özbilinci bir tür kartezyen tiyatro olarak nitelemeyi tercih etmiştir. Mantıkçı pozitivizm ya da doğrulamacı bilim anlayışı bugün yerini yanlışlamacı bilim anlayışına bırakmıştır aslında. Bence burada yapılan temel hata, Caner Taslaman’ın da bir makalesinde anlattığı gibi, ‘felsefi / ontolojik natüralizm’ ile ‘metodolojik natüralizminin’ birbirine karıştırılması olmuştur.
Mantıkçı pozitivizm ya da katı materyalist düşüncenin aksine mutlak idealizmi savunan Hegel, Berkeley gibi düşünürler de asıl olanın zihin / ruh / tin olduğunu vurgulamaya çalışmışlardır. Örneğin Hegel, Zihin Felsefesi isimli kitabında özbilinç kavramı ile bilincin kendi bilincinin bilincinde olmasına değinir. Hegel’e göre bilinçte, bilinçli olan ile bilince konu olan arasında bir bölünme yaşanmış olur. Aslında bilince konu olan ile bilinçli olan aynı şeydir ve suni bir bölünme yaşanır. Böylelikle tek ve bir olan şey, özne ve nesne olarak ikiye yarılmış olur. Ancak toplumsal etkileşim yoluyla hakiki bir özbilinçten bahsetmeye yetkili olabileceğimizi de söyler. Kant’ın aşkınsal idealizmi ise Tanrı ve kozmos gibi ruhu da numen, yani bilinemez olarak ele alır ve ayrı bir yere koyar. Aslında Kant numenal ben, fenomenal ben ve sezgisel ben olmak üzere üç farklı benlik olduğunu söyler. Zihin felsefecisi John Searle de ‘indirgemeci olmayan materyalizm (supervenience)’ denebilecek bir görüşe yakındır. Yani, her şey materyalizm düşüncesi ile uyumludur, ancak bütün bunların aşkın bir anlamı olmasının bir sakıncası yoktur. Searle şöyle söyler: “Çağdaş gerçeklik modelimiz ile gerçeklik ve gözlem arasındaki ilişki anlayışımız, öznellik görüngüsünü barındıramıyor. Bu model, nesnel (epistemolojik anlamda) gözlemcilerin nesnel olarak (ontolojik anlamda) var olan bir gerçekliği gözlemledikleri bir modeldir. Fakat bu modelin gözlemleme eyleminin kendisini gözlemlemesi mümkün değildir. Gözlemleme eylemi, nesnel gerçekliğe öznel (ontolojik anlamda) bir erişimdir. Başka bir kişiyi kolayca gözlemleyebilsem de, onun öznelliğini gözleyemem. Ve daha da kötüsü, kendi öznelliğimi gözleyemem çünkü yapmayı düşüneceğim her türlü gözlem, gözlenmesi beklenen şeyin kendisi olacaktır. Gözlemin ontolojisi, epistemolojinin aksine kesinlikle öznellik ontolojisidir.“
Kuantum fiziği boyutlarında karşımıza çıktığı gibi, bir şey ölçüldüğünde yani bir bilinç tarafından gözlendiğinde o dalga olmaktan çıkıp olumsal bir varlık ortaya koyuyor. Yani öznel bir yaşantı, nesnel bir dünyada değişime neden oluyor ya da en temel varlık birimleri ancak ve ancak bir gözlemci sayesinde bilimsel / ölçülebilir varlık haline gelebiliyor. Aynı durum zihin / ruhsal aygıt için de geçerli olabilir. Yani bilinçli bir zihin fark ettiğinde / seçim haline getirmiş olduğunda bir etkileşim oluşuyor, neden-sonuç silsilesi de böylece sürüp gidiyor. Kuantum ölçeğinde gerçekleşen fiziksel mekanizmaların zihin için anlamını daha iyi düşünmek için, Al-Khalili ve McFadden’in Kuantum Sınırında Yaşam: Yaklaşan Kuantum Biyolojisi isimli kitabını okumanızı öneririm.
Searle gibi, indirgemeci olmayan materyalist yaklaşıma bir başka örnek olarak Philip Clayton’u sayabiliriz. Ona göre zihin, ‘zuhur eden (emergent)’ bir özelliktir ve kendini oluşturan nöronların veya atomların özelliklerine indirgenemez; fakat madde-dışı bir cevher de ihtiva etmez. Bu yaklaşımlarla savunulan iddia “Bütün, kendini oluşturan parçalardan daha fazla bir şeydir ve kendini oluşturan parçalarla açıklanamaz” şeklinde özetlenebilir. Yakın zamanda da Ted Honderich gibi felsefeciler, belirlenimci ya da paralelci denebilecek bir kuramı savunur. Yani, onlara göre kuantum kuramı ve sinirbilim göstermektedir ki, sinirsel olaylar ve zihinsel olaylar karşılıklı olarak birbirlerini zorunlu kılar.
Ünlü matematikçi –kara delik terimini icat eden- Roger Penrose da, kuantum fiziği esaslarını ele alarak ve nöronların içinde bulunan mikrotübüller arasındaki kuantum mekaniğine dayandırarak zihin için bir çözüm önerisi sunar. Ayrıca Penrose, Gödel’in eksiklik teoremlerine dayanarak hiçbir bilgisayarın çözemeyeceği problemlerin olduğu görüşüne ulaşmıştır. Penrose ayrıca, Benjamin Libet’nin deneylerini de, yani bilincin ‘yaptırma’ değil ‘engel olma’ işlevine sahip olduğu yönündeki bulgulara da vurgu yaparak özgür iradenin imkanını savunmuştur. Zaten “düşünmek, içsel konuşma, aslında otomatik kararları geciktirme (ketleme) işlevi görür”. Özgür irade konusu ile ilgili Libet deneylerini ileride, etik ve irade bölümünde ele alırız.
Son olarak Peter Strawson’dan söz edebiliriz. Ona göre her birimiz dünyayı, birbirini karşılıklı olarak dışarıda bırakan ve birlikte düşünüldüklerinde dünyanın tümünü içeren iki kısma ayırırız. Kısımlardan birisi kişinin kendisi, diğeri de kendisi dışında geri kalan her şeydir. Yaşanan bilinç halleri, kişinin kendisi olmayan başkalarına da aynı halleri atfedebilmesi ile var olur. Yani ancak ve ancak başkasını da kendimiz gibi algılayabildiğimiz ve kendi bilinç hallerimizi başkalarına da atfedebildiğimiz sürece kendimize de atfedebiliriz. Örneğin, biz ancak bir kişi kavramına sahipsek bir özne kavramına sahip olabiliriz. Öznellik bilincini öne koyan Kartezyen düşüncenin tam aksine, nesnenin varlığını öznel düşüncenin temeline koyar. Bu yüzden Strawson ‘kavramsal materyalist’ olarak da tanımlanabilir. Öte yandan, onu psikolojik kavramların birinci ve üçüncü şahıs kullanımları arasında bir simetri kurmaya çalışan biri olarak da anlamak mümkündür. Dean Zimmerman da, dünyadaki vücudumuzu oluşturan maddi parçaların, Tanrı’nın yarattığı bir sistem sayesind, iki ayrı mekanla nedensel ilişkide bulunduğunu düşünmemizi ister; bunlardan biri dünya, öbürü ahiret mekanı veya gelecek zamandaki herhangi bir mekandır.
Diğer bir çağdaş düşünür Donald Davidson’ın kuramına göre ise her zihinsel olay bir fiziksel olayla özdeştir, ama fiziksel olaylara dair bilgimiz ne derece tam olursa olsun hiçbir zihinsel olay önceden kestirilemez. Davidson kendi kuramına ‘aykırı monizm’ demeyi uygun bulmuş. Aslında Searle gibi Davidson’un yaklaşımı da bir tür ‘indirgemeci olmayan materyalizm’ olarak anılabilir. Ülkemizde Caner Taslaman da, insan zihni konusunda kısmen agnostik bir yaklaşım sergiler ve bu açıdan o da, ‘indirgemeci olmayan materyalist’ çerçeveye girebilir.
Trilyonlarca kere trilyonlarca madde / enerji / bilgi / alan / dalga temel yapıtaşlarının karışımından müteşekkil bir varlıksal yapı sayesinde öznel dünyamız (ruhumuz / ruhsal aygıtımız / psişemiz) bu varlık dünyası içinde varlık kazanıyor ve varlıkla ilişki içine giriyor. Bizi benlik olarak var hissettiren ve diğer tüm varlıklardan gelen etkiyi (duyusal girdiyi), bize doğuştan ve çevreden gelen tüm diğer etkilerle (genetik ve çevresel beden yapısı) etkileştirerek bizden dışarı bir çıktı oluşması için altyapı sağlıyor. İşte varlığa doğrudan etki eden bu organizmanın (tüm bedenimizin) bir kısmı (belki de agnostik kalmak gereken yer de işte burası) bizim ruhsal yapımızı temsil ediyor. Bizim ikincil düzeyden tarifini yaptığımız bu ruhsal aygıtın birincil düzeyden izdüşümü için çeşitli spekülasyonları yapmaya çalışalım. Buraya kadar her şey materyalist, natüralistik açıdan anlaşılabilir. İndirgemeci olmayan kısmı ise, işte tüm bu materyalistik altyapı sayesinde Varlık içinde varlığını devam ettiren bu ruhsal aygıtın, kısmi ya da tam bir bilinçli farkındalıkla, kendisi ya da diğer varlıklara yönelik yaptığı etkide oluşan aşkınsal anlam / kavramın –Popper’in tanımıyla Dünya 3 unsurlarının- metafizik bir değer taşıması mümkündür. Elbette bu ruhsal aygıt, kendisini bu bildiğimiz Varlık içinde var eden tüm ya da kısmi bileşenleri birbirinden ayrıldığında, Varlık içindeki varlığını sürdüremez. Ama bildiğimiz Varlık dışında bir bilgi olarak varlığını sürdürmesinde / aşkınsal bir arlık olarak varlığını devam ettirmesinde bir sakınca olmayabilir. Çünkü zaten bilgi de bir varlık türüdür ve hatta varlığın özüdür. Hatta, bildiğimiz tüm varlıkta mükemmeliği ve tamlığı bozan unsurlar sayesinde (antinomiler, Gödel’in eksiklik teoremleri, vb.) teorik bir bileşen olarak varlığına ihtiyaç duyduğumuz –mantıken var olması gereken- numenlerden (Varlık’a aşkın olası varlık) biri –Kant’ın da savunduğu gibi- neden insan ruhu olmasın?
Ben de, tahmin edebileceğiniz gibi, indirgemeci olmayan materyalist yaklaşımı gerçeğe en yakın yaklaşım olarak görüyorum. Öznel bir varlık olarak (ya da irade sahibi / olumsal etki yaratan) zihni yok sayan eleyici materyalizmin tamamen yanlış, öznel yaşantıyı önemsiz gören davranışçılığın ise epistemolojik açıdan yanıltıcı olup, bilincin / ruhun ontolojik gerçekliğini kavramayı sağlayamayacağını söyleyebiliriz.
(Koray Karabekiroglu- www.cocukhayat.com)