Derde kerem; Rabbimdir derde kerem.
Tarlam gam, çiftim hicran; Sürdükçe derd ekerem.
[Anonim; Urfa Manisi]
Her şehrin ayrı bir güzelliği vardır; Urfa’nın bile. Resmen adı Şanlıurfa olsa da ben Urfa demeyi tercih ediyorum çünkü bu isim şehrin tarihi ve kültürel asaletini çok daha iyi yansıtıyor. Ayrıca Urfa bana bir tarih ve kültür şehrini çağrıştırırken, Şanlıurfa GAP projesinden sonra eli para gören ama alışageldikleri yaşam biçimini terk edememiş insanlardan müteşekkil yozlaşmış bir şehri çağrıştırıyor. 1990 senesinde tıbbiyeyi bitirip ‘mecburi hizmet’ kurası için Sağlık Bakanlığı binasına giderken nereden bilebilirdim torbadan neredeyse bir ömür geçireceğim bir ilin adını çekeceğimi. O güne kadar yaşadığım tek il, 4 yıllık Merzifon ve 2 yıllık Napoli günleri hariç, Ankara idi. Güneydoğu deyince bildiğim tek şehir ablamı ziyarete gittiğim Kilis’ti. Yani Fırat’ın ötesine hiç geçmemiştim. Sene 1990, terör son sürat. Ailem endişeli. O zaman henüz Urfa’nın Diyarbakır’dan, Mardin’den, Hakkâri’den farkını bilmiyorum. Urfa’nın bir Peygamberler Şehri olduğundan bile bihaberim. Hz. İbrahim’in burada doğup, ateşe atıldığını bilsem de, Hz. Eyyup’un çile çektiği mağaranın, şifa bulduğu kuyunun ve mezarının burada olduğundan haberdar değildim. Hz. Şuayip’in Urfa’nın etrafındaki Tek Tek Dağlarında yaşadığını, Hz. Musa’nın ona 40 yıl çobanlık yapıp sonra da kızı ile evlendiğini, Hz. Yusuf, Hz. Lut, Hz. Elyasa ve Hz. Yakup peygamberlerinde hayatlarının belli bir döneminde Urfa’da yaşadığını ve hepsinin ayrı bir hikâyesi olduğunu ise hiç duymamışım.
Tabii bundan yaklaşık 20 sene öncesinden bahsediyorum. Henüz GAP projesinin bitmediği, susuzluk çilesinin devam ettiği, Urfa’nın henüz belediyecilik hizmetleri ile tanışmadığı dönemler. Etlerin sokaklarda asılarak satıldığı, arka sokakların caddelerinden lağımların aktığı, ilkokullarda her sınıfta 80-100 kişinin ders gördüğü, devlet hastanesi ve sigorta hastanesinin toplam yatak kapasitesinin 300 civarı olduğu bir şehir.
Şimdi öyle mi ya? Şehirde su sorunu kalmamış, belediye hizmetleri oldukça iyi, büyük ölçüde tertemiz bir şehir, her yıl onlarca yeni okul açılıyor, tek bir devlet hastanesinin -ki o da eğitim ve araştırma hastanesi oldu- 500 yatağı var, Türkiye’nin sayılı büyük özel hastanelerinden birisi açılmış, mazisi 15 yılı aşmış bir üniversitesi var vs. Artık Urfa’yı sevmek daha kolay. Ama ben 20 yıl önce de Urfa’yı sevmiştim. Zaten o yüzden merhum Özal 1992-1993’te 14 yeni üniversite açınca ailece (eşim ve ben) Harran Üniversitesini tercih ettik ve onun adına lisansüstü çalışmalar yapmak üzere yurt dışına gittik. Biliyorduk yurtdışında kaldığımız sürenin iki katı kadar da Urfa’da kalmamız gerektiğini. Bu, ‘ömrünü Urfa’ya bağlamak’ demekti. ‘Mecburi hizmet’ bitti ama biz hala Urfa’dayız. Bizden sonra kimler geldi, kimler geçti Urfa’dan. Bu -görece- genç yaşımızda Fakültenin en ‘eski’ hocaları olduk. Gidenlere hiç imrenmedim çünkü gidenlerin de Urfa’yı özlediklerini ve arada bir sırf Urfa’nın kendine has güzelliklerini yaşamak için geldiklerine şahit oldum. Bunların neler olduğunu yazsam bile okuyucunun anlaması zor. Urfa’nın arka sokaklarında dolaşırken kendinizi Kudüs’teymiş gibi hissedersiniz, Dergâh Platosu’nu (Hz. İbrahim’in Nemrut tarafından ateşe atıldığı, ateşin onu yakmayıp suya, odunların ise balığa dönüştüğüne inanılan yer.) gezerken farklı bir buuta yelken açarsınız, cuma geceleri Balıklı Göl’ün etrafında bulunduğunuzda uhrevileştiğinizi hissedersiniz desem muhtemelen fazla bir şey ifade etmeyecek; yaşamak lazım…
Dün bu şehrin yeni bir güzelliğini keşfettim, bu yazıyı yazmama da o vesile oldu. Hep duyardım ama hiç yaşamamıştım. Urfa’da her sabah güneş doğmak üzereyken, -‘siyah ipliğin, beyaz iplikten ayrıldığı vakitte?- insanlar Dergâh Platosuna gider, orada ibadetlerini yaptıktan sonra 120 yıldır aralıksız tekrar eden ‘meditasyon seansına’ katılırlarmış. Arkasından da ciğer kebabı veya tirit yiyip işlerine giderlermiş. Bu hafta sonu, bir zamanlar bizim fakültede görev yapmış, şimdi Ankara ve İstanbul’daki muhtelif üniversite ve hastanelerde çalışan dostlar Urfa’yı ziyarete gelmişti. Onlar için nostalji, benim için bir ilk olarak biz de bu ‘rutin’i gerçekleştirdik. Biz tirit yemeye gittik. Tirit, ufak doğranmış ekmek üzerine ince kıyılarak kavrulmuş et, onun üzerine de nefis kemikli et suyu dökülerek hazırlanıyor. Sonra tabağın ortasına yoğurt etrafına sarımsak suyu ve limon dökerek yiyorsunuz. İki tabaktan az yiyenine rastlanmazmış. Bedir Ustanın dükkânı sadece 12 metrekare ve 10 kişilik, yemek için sırada beklemeniz gerekiyor. Saat 06:00’da başlayan servis saat 09:00’da bitiyor.
Bu hafta sonu Urfa’da yaşadığım için ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha anladım. Nerede var böyle bir güne başlangıç. Ruhunu meditasyonla, karnını tiritle, ciğerlerini temiz sabah rüzgârı ile doyuruyorsun. Daha sıra gecelerini, gazelhanları, çiğ köfteyi, saç kavurmasını, demli çayı, şıllık tatlısını, Harran harabelerini, tarihi konakları, dost canlısı insanları hiç yazmadım. Onu da bir başka yazıda…
Her hafta yüksek tempolu yazılar yazdığım için bazı okurlarım serzenişte bulunuyor. Bir konuyu hazmetmeden yeni bir şey ‘ortaya atıyorsun’ diyorlar. O yüzden bu hafta “sade suya tirit” bir yazı yazdım. Herkese afiyet olsun…