Tıp etkinlik alanında hekimlik uygulamaları ile ilgili olarak bilinen ilk kanun düzenlemesinin MÖ XVIII. yüzyılda Babil ülkesinde “Hammurabi Kanunları” adı altında yapıldığı kabul edilmektedir.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, dünyanın değişik bölgelerinde tıp uygulamaları dini, etik, sosyolojik, ekonomik ve hukuki gerekçelerle sınırlandırılmaktadır. Tıp uygulamalarındaki sınırlandırma bir gerekliliğin sonucudur. Ancak, sayılan gerekçelerin birbirleri ile çatışması hâlinde, hiç kuşkusuz ki sınırları belirleyen ilk ve en önemli gerekçe mevcut hukuki sistemin belirlediğidir.
Ülkemizde de tıp uygulamalarında sınırı Türk Hukuk Sistemi çizmektedir. Herkesin de bu çizilen sınırlara her ne kadar benimsemese de, sert eleştirilerde bulunsa da uyma zorunluluğu mevcuttur.
Bir ülkede belirli bir zamanda geçerli, yani uygulanmakta (meri) olan pozitif hukuk kurallarının tümüne mevzuat adı verilir. Pozitif hukuk, olan hukuk anlamında kullanılır. Pozitif hukuk, devletin yetkili kurumlarınca hazırlanarak usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş yazılı hukuk metinleridir. Bu hukuki metinler; kanun, kanun hükmünde kararname, tüzük, yönetmelik, genelge gibi adları taşıyabilir.
Çağdaş dünyanın saygın bir ülkesi olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluş tarihi olan 29 Ekim 1923 öncesine de giderek, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi ile birlikte birçok hukuki metni hayata geçirmiştir.
Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde, her alanda olduğu gibi sağlık alanındaki durumumuz da kötüydü. Bu dönemde sağlık alanında yapılan iyileştirmelerin hızlı, etkin ve ekonomik bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için çoğu bugün de geçerli olan 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun gibi kanunlar yürürlüğe konulmuştur. Cumhuriyet tarihinde sağlık alanındaki pozitif hukuk metinlerinin sayısı özellikle tıptaki gelişmelere de paralel olarak müthiş sayılara ulaşmıştır.
Ancak, sağlık mevzuatına baktığımızda bir karmaşıklığın da bulunduğunu belirtmek gerekir. Örneğin; Anayasamızın 90. Maddesi ile iç hukukumuzun bir parçası hâline gelen ve kanun hükmünde sayılan uluslararası antlaşma hükümlerinin uygulanabilirliği ile sıkıntılar vardır. Somut bir örnek verilecek olursa, imzaladığımız “İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi” aslında kanun hükmündedir. Ancak, uygulamaya baktığımızda bu Sözleşme hükümleri sağlıkla ilgili çoğu pozitif hukuk metni ile çelişmektedir. Diğer yandan, özellikle “Sağlıkta Dönüşüm Programı” sürecinde yürürlüğe konulan hukuki düzenlemelerin çok sık değiştirilmesi ve bu değişikliklerin kanun hükmünde kararname, tüzük ya da yönetmelik şeklinde yapılması karışıklıklara neden olmakta, uygulamadaki bir sorunun çözümünde hukuki metinlerde atıf sıklığı sıkıntısı yaşanmaktadır.
Tıp fakültelerinde “tıp hukuku” dersi olmadığından, temel hukuk nosyonu almamış hekimlerimiz hem tıp uygulamaları ile ilgili olarak hem de sağlık idareciliğinde zorluklar yaşamakta ve hatta farklı hukuki yaptırımlarla karşı karşıya gelmektedirler.
Hukuk herkesi ilgilendiren bir alan olduğundan, uygulanacak hukuki metinler de anlaşılır olmalıdır. Oysaki her gün değişen sağlık mevzuatı, sağlık alanındaki her basamak ve unvandaki kişileri tedirgin etmektedir. Bu nedenle, Türk sağlık mevzuatının sadeleştirilerek sağlıktaki düzenlemelerin kanunla yapılmasının öncelikli tercih olarak seçilmesi, tıp fakültelerinde “tıp hukuku” dersinin zorunlu hâle getirilmesi gerektiğini belirtmek isterim.