Ortadoğu insanı bu “sosyal kaos”’ta, iki yüzyıl önce başlayıp, A.B.D.’yi süper güç yapan “Düşünce Devrimi” gerçeğini kaçırırken, Sovyetler Birliği’ni süper güç gösteren sınıf egemenliğine bağlı “Bolşevik Devrimi”nin olumsuz boyutlarını da algılayamadı. Sonuçta, düşünceye dayalı dünya görüşü dinamizmini sürdürürken, sınıf çatışmalarını ön plana çekip devletleştiren “devletçi” Sovyetler Birliği statik bir yapı kazandı.
Bu statik yapının enkazı, halen alışkanlıklarından vazgeçemeyip “Çeçenistan” halkına karşı etnik temizlik hedefine yönelirken, A.B.D. dinamik yapısını “Bölgesel güç” oluşturarak sergiliyor.
Bu fotoğraf bize, insanı ön plana çeken ve insan haklarına dayalı demokrasi anlayışına sahip sistemlerin, sınıf egemenliğine dayalı “Devletçi” anlayışa sahip sistemleri tüketebileceğini göstermektedir.
Seksenli yıllardan sonra “Küreselleşme kültürü”’nü geliştirerek dünyaya yeni düzen vermeyi hedefleyen A.B.D., tek süper güç olarak kaldığı dünyada, yeni “Bölgesel güçlerin” ortaya çıkabileceğini de sosyolojik bir gerçek olarak biliyordu.
Avrupa’da Rönesans atmosferini oluşturan arayış, icat, keşif ve eleştiri heyecanı, “Rönesans İnsanı”nı ortaya çıkardı. Bu insan, bilim ve din içerikli doymak bilmez araştırmalara girişti.
On yedinci yüzyılın sonu ve on sekizinci yüzyılın başlarını içeren dönemlerde, “değişim”’in felsefesini yakalayan Avrupa, tarihe yön veren “Düşünce devrimi”ni gerçekleştirdi. Artık Avrupa, aydınlanma sürecine girmişti; ve birikimini ihraç edebilirdi. Bu siyasal alışveriş, A.B.D.’de yaşama geçen devrimlere sebep olurken, Fransız Devrimiyle de doruğa ulaştı. Fransız Devrimi, imparatorlukları oluşturan ilkeleri yıkan, “Ulus Devlet” anlayışını yeşerten ilkeleri yerleştiren değişim sürecini başlattı. O dönemin süper gücü “Osmanlı”, bilimde ve dinde “statik” bir sürece girince aydınlanma felsefesinin etkilediği Tanzimat, Meşrutiyet aşamaları “çekirdek” bir yapılanmayla Türkiye Cumhuriyeti’ni gerçekleştirdi. İmparatorluktan ulus devlete; ama öyle bir ulus devlet ki, jeostratejik durum, ekonomik potansiyel ve dinlerle ilişkiler açısından bölgesinde süper güç olarak algılanan bir devlet. Avrupa Birliği’nden daha geniş bir potansiyele sahip bir devlet!
Küreselleşmeden bölgeselleşmeye doğru eğilim gösteren sosyal ve siyasal akışın kontrolünü dikkate alan A.B.D.’nin, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği için “seferber” olması ne kadar gerçekçi ise, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi daveti de o kadar gerçekçidir.
Son iki yüzyılı aşkın tarihi süreç içerisinde, cumhuriyet anlayışında Fransız devrimiyle, hukuk anlayışında İtalya, İsviçre, Almanya gibi ülkelerle entegre olan Türkiye Cumhuriyeti’nin “Avrupalı” sayılması doğal karşılanmalıdır.
Bütün bunlar Avrupa Birliği’ne “Üyelik hakkı” kazanan toplumumuzun insan haklarını gerçekleştirmeye yetecek mi?
Bireysel haklar, toplumsal haklar, kolektif haklar gerçekleşecek mi?
Bize göre gerçekleşebilir:
-İnsan kökenli bir dünya görüşü geliştirirsek,
-İnsana yaklaşımda “Düşünce devrimi”’ni gündemimize alırsak,
-Eğitimde “somut düşünmeyi” sağlayan metodolojiyi geliştirirsek,
Bilimde, “Bilim Felsefesi” ile bilgi üretirsek,
Felsefede, filozofların tarihini anlatma yerine, bilimin tarihini yeniden yaşamaya başlarsak,
Sosyolojide, toplumunu tüm boyutlarıyla tanıyıp yabancılaşmadan “bilerek yöneten” haline gelirsek,
Toplumda “ideolojilerin çatışması” yerine; bağımsız, bilimsel ve evrensel düşünmenin ortamını hazırlarsak,
Hukukta, “insanın doğal haklarını koruyan “Anayasa” hazırlarsak,
Siyasette, “İstişare kökenli demokrasi”’yi içimize sindiren politikacılar olursak,
Devlet olarak, “İnsanın dokunulmazlığı”nı benimsersek,
Ahlakta, “Çalışma ahlakı”’nı yaşam biçimi haline getirirsek,
Üretimde “özgün” tüketimde “ihtiyaç kadar” ilkelerini benimsersek,
Egemenliğin “İnsanın evrenselliği”’nde saklı olduğunu yakalayabilirsek,
“Muasır medeniyet” olarak algılanan “Avrupa Birliği”’ni aştık demektir.
ÖNCE “SAĞLIKLI TOPLUM” SONRA “AVRUPA BİRLİĞİ”.