Konuyla ilgili Hayri Kırbaşoğlu’nun “sünneti toptan reddetme girişimlerinin tutarsızlığını” ortaya koyduğu çalışmasından bazı önemli tespitler aktararak meselenin anlaşılmasına katkı sağlamaya çalışalım.
Bilindiği üzere bir hadisin sahih olabilmesi, Kur’ân’a uygunluğu esasına bağlıdır. Kur’ân’a ters düşen bir hadis sahih değildir ve delil değeri yoktur. Çünkü Hz. Peygamber’in tebliğ ve tebyin ettiği Kur’ân’a aykırı ve ondan bağımsız bir söz söylemesi düşünülemez. Ancak “Hadisler içinde Kur’ân’a aykırı olanlar var” diyerek hadislerin tamamını toptan reddetmek de isabetli, tutarlı, mantıklı ve doğru bir yaklaşım olarak görülemez.
Şöyle ki, bir an sünnetin devre dışı bırakıldığını farz edelim. Bu takdirde Kur’ân’da açıkça yer almayan problemlerin çözümü “müctehidlerin ictihadına” kalacaktır. Müctehidlerin Kur’ân’dan çıkartacakları çözümlerin “istisnasız tamamının hatasız olacağını iddia etmek” tabiatıyla mümkün değildir. Dolayısıyla ictihadlarda hata edildiğini savunarak yorum yapma yetkisinin müctehidlerin elinden alınmasını önermek nasıl mantıksızlık ise, Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı anlama çabasının ürünü olan ictihadlarını bize nakleden “hadisler içinde de Kur’ân’a aykırı rivâyetler” olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber’in sünnetini veya hadislerin tamamını toptan reddetmek aynı şekilde mantıksızlık ve tutarsızlıktır; ayrıca bu, büyük bir çelişkidir.
Diğer taraftan sünnet, aynen ve harfiyyen değiştirilmeden taklit edilmesi gereken bir kaynak değildir. Sünneti şekil ve lafızdan ibaret sayan ve harfiyyen taklit edilmesi gerektiğini savunanlar (Ehl-i hadis) çok büyük bir yanılgı içindedirler. Zira sünnet şekil ve lafız değil, “ilke, maksat, gaye, hedef ve amaçlar bütünü, bir zihniyet, hayat tarzı ve dünya görüşüdür.” Bir başka ifadeyle sünnetin hükme bağlayıp çözüme kavuşturduğu konular şekil bakımından Hz. Peygamber’in dönemine has olsalar da bu çözümlere hakim olan “ilke ve amaçlar” genel geçerdir. Dolayısıyla sünnetin ortaya koyduğu ilke ve amaçlar, günümüzde “şeklen farklı ama özde aynı olan birtakım meselelerin çözümünde” mü’minlere ışık tutabilecek mahiyettedir. Bu bakımdan esas olan sünnetin taklit edilmesi değil, maksadının, özünün ve ruhunun yakalanması/kavranmasıdır. O takdirde Müslümanların yaşadığı maddi ve manevi sıkıntıların en aza indirilmesi söz konusu olabilecektir.
Öte yandan sünnet, sadece hukukî alanlara has değildir. Sünnetin körü körüne taklit edilmesine karşı çıkanlar “şartların değiştiğini bahane ederek” sünnetin ahlâkî alandaki öğretilerinin veya taabbüdî konulardaki uygulamalarının artık bugün geçerli olamayacağını söyleyemezler. Dolayısıyla sünneti toptan reddetme adına böyle bir iddiada bulunmanın yanlışlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan “sünneti aktaran hadislerin senet ve metin yönünden tenkide tabi tutulduğu, tenkidi mümkün olan şeyin dinden sayılamayacağı, ihtilaflı hadislerin mevcudiyetinin itikâdî, fıkhî ve siyâsî alanlarda Müslümanları ayrılığa düşürdüğü, bunun da ümmetin birliğini ortadan kaldırdığı” iddia edilmektedir. Bu iddialar, ilk bakışta kulağa hoş gelmektedir. Ancak mesele derinlemesine analiz edildiğinde görüleceği üzere, “hadislerin Kur’ân’ın maksadına/ruhuna ve gayesine uygunluğunu esas alan sağlıklı bir Hadis Tenkit Metodolojisi ortaya konulduğu ve bu metot sayesinde hadisler arasında görülen çelişki ve farklılıklar en aza indirildiği takdirde” söz konusu iddiaların fazla bir değerinin kalmayacağı söylenebilir.
Ayrıca şu da ifade edilmelidir ki, İslam düşünce ve pratiğinde ihtilaflar sadece hadislerden değil aynı zamanda Kur’ân’ın yorumlanma biçimlerinden de kaynaklanmaktadır. Örneğin bir âyetin i’rabındaki farklılıklar bile birtakım ihtilafların ortaya çıkması için yeterli olabilmektedir. Bu sebeple “İhtilaflara neden oluyor” diye hadisleri toptan reddetmek nasıl isabetli değilse, “Âyetlerin farklı yorumu ihtilaflara neden oluyor” diyerek Kur’ân-ı Kerim’e de böyle bir gözle bakmak doğru değildir. Dolayısıyla “İhtilaflara neden oluyor” bahanesiyle bütün suçu sünnete/hadislere yükleyerek günah keçisi ilan etmek ve toptancı bir yaklaşımla sünnet/hadis düşmanlığı yapmak doğru değildir. Yapılması gereken, İslam âlimlerinin çoğunluğunun üzerinde uzlaşacağı “sağlıklı bir Hadis Tenkit Metodolojisi” geliştirmek, buna uygun ilmî çalışmalar yapmak ve ümmet-i Muhammed’i güvenilir dinî bilgilerle aydınlatmaya aralıksız devam etmektir.
Görüldüğü üzere hadisleri kökten reddetme düşüncesinin teorik temelleri ve ileri sürülen gerekçeler yeterince tutarlı ve ikna edici değildir; bunlara dayanılarak hadislerin toptan reddedilemeyeceği açıktır.
Ancak bu iddiaların yetersiz oluşu elde bulunan bütün hadislerin tartışmasız sahih ve güvenilir olduğu anlamına da gelmemektedir. Yapılan bu itirazlar, hadis/sünnet konusunda ciddi sıkıntıların mevcudiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Dolayısıyla bu sıkıntıları görmezlikten gelerek hadisleri ne pahasına olursa olsun savunmak, hatta onları dokunulmaz kabul edip kutsallaştırmak, hadisleri kökten reddetmek kadar tehlikeli bir yaklaşımdır. Bu itibarla, ifrat ve tefrite düşmeden konunun tartışılması ve çözüm önerilerinin ilmî ölçüler içinde sunulması gerekmektedir.
Bu nedenle söz konusu kısır tartışmalara son vermek için yapılması gereken şey, “hadis/sünneti toptan reddedenlerin” Kur’ân’a uygunluğu esas/temel alan bir “Hadis Tenkit Metodunu” ve bu yöntemle tespit edilecek sahih hadisleri kabule yanaşmaları/inatlaşmaktan vazgeçmeleri; karşıt görüşte olanların da bu metot çerçevesinde -şimdiye kadar sahih kabul edilmiş olanlar da dahil olmak üzere- hadislerin yeniden değerlendirilip tenkit edilmesine karşı çıkmaktan/körü körüne taklitçilikten vazgeçmeleri gerekir. (M. Hayri Kırbaşoğlu’nun buraya kadar aktardığımız görüşlerinin ayrıntıları için bakınız. İslâm Düşüncesinde Sünnet Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1999, s. 144-147).
Sonuç olarak, Kur’ân’dan sonra mü’minlerin ikinci temel kaynağı sahih sünnettir. Uydurma hadisleri bahane ederek “hadis/sünnet inkarcılığı yapmak” yanlıştır. Böyle yapmak, bunu yapanlara hiçbir şey kazandırmayacağı gibi sırat-ı müstakîm’den sapmalarına da neden olabilir. Dolayısıyla ifrat ve tefrite düşmeden konuları tartışmak, sağlıklı tefekkürün hakkını vermek ve hakikate ulaşmak için canı gönülden gayret göstermek tüm erdemli mü’minlerin ödevidir.