Toplum hayatında yaşanan bazı olaylar insan ve toplum hayatında kalıcı izler bırakabilir, geri dönülemez önemli değişikliklere yol açabilir. Tarihsel süreç içerisinde toplumsal yapıda meydana gelen değişmelerin geleneksel, modern ve post modern olmak üzere üç büyük toplum tipinin yaşanmasına neden olduğu söylenebilir. Dünyayı etkisi altına alan bu salgının post modern topluma ait değerlerin bütün dünyada yaygınlaşmasını kolaylaştırdığı ve ona zemin hazırladığı söylenebilir.
Salgın sürecinde hijyenin yanında maske ve mesafeye dikkat edilmesi hem bireysel hem de sosyal bir sorumluluk haline geldi. Bu durum insanların zorunlu haller dışında başkalarıyla temasını önlemekle kalmadı, misafir gelme ve gitmeyi de önemli ölçüde ortadan kaldırdı. Misafirlik, dolayısıyla da misafirperverlik rafa kaldırılmak zorunda kalındı. İnsan yaşadığı gibi düşünür, düşündüğü gibi yaşar. Salgın sürecinin uzun sürmesi “böyle de olabiliyormuş, böylesi de aslında fena değilmiş” gibi söylemlerin yaygınlaşmasına neden oldu. Bu da aslında tam da post modern dönemin özelliklerine uygun olarak bireylerin kendi hayatlarıyla, kendi kişisel tatminleriyle ilgilenmelerini ve özellikle geleneksel kodlarını muhafaza eden toplumların post modern yaşamı benimsemelerini kolaylaştırdı. Salgın, beraberinde insanların birbirlerinden uzaklaşmasını, bireyselleşmesini, özgürleşmesini kolaylaştırarak yalnız başına yaşamasına, yalnızlaşmasına zemin hazırladı.
Salgın sürecinde bir taraftan kendimiz için temizlik kurallarına uymaya özen gösterirken, diğer taraftan maskelerimizi rastgele sokaklara atarak toplum sağlığı konusunda aynı duyarlılığı gösteremedik. Bir taraftan mesafe kurallarına uyulması gerektiğini ileri sürüp buna uyulmadığında tepki gösterirken kendimiz maskesiz, mesafesiz bir şekilde topluca eğlenmeyi, düğün yapmayı kendimize hak gördük. Kendimize ayrıcalığı hakkaniyete uygun bulduk. Bu yaptıklarımızla toplum sağlığını tehlikeye attığımızı idrak edemedik. Kendimizi o kadar çok hayatın merkezine aldık ki yaptıklarımızın toplumu nasıl etkileyeceğini düşünemez olduk. Böyle yaşadıkça da yaptıklarımızın doğruluğuna inanmaya başladık. Bu sürecin getirmiş olduğu sorumlulukları kimimiz yerine getirmeye çalıştık, kimimiz de başkalarına bıraktık. Böylece genel kurallardan, kapsayıcı normlardan sakınmanın yaygınlaşmasına katkıda bulunduk. Yavaş yavaş insanlardan uzaklaşmayı benimsemeye başladık. Bireysel değerleri tercih eder hale geldik.
Yaşamın dinamik bir süreç olması gerçeğine uygun olarak değerlerin toplumdan topluma ve zamana bağlı olarak değişiklikler göstermesi elbette ki yadırganmaması gerekir. Örneğin büyükler geldiğinde ayağa kalkılması, bayramlarda ve misafirliklerde büyüklerin ellerinin öpülmesi, toplu taşıma araçlarında yaşlılara, hamilelere yer verilmesi bir saygı göstergesi olarak kabul edilebilir. Buna karşın annenin ya da babanın çocuğunu bbabasının yanında sevmesi, kucaklaması; öğrencilerin öğretmenlerinin yanında ceketlerinin düğmelerini iliklememesi, bazı yörelerimizde kadınların eşlerine isimleriyle hitap etmesi, küçüklerin büyüklerinin yanında ayak ayaküstüne atması, insanların başkalarının yanında sakız çiğnemesi bir saygısızlık olarak görülüp ayıplanabilir. Bazı yetişkinlerin, “saygıdan öğretmenlerimizi gördüğümüzde yolumuzu değiştirirdik” dediklerine de tanık olabilirsiniz. Bugünden bakınca örneklerdeki saygı göstergeleri ile ilgili olarak onaylama ya da reddetme yönünde farklı görüşler ileri sürülebilir. Kiminin gerekli gördüğünü, kimi saçma bulabilir. Bu örneklerdeki saygının birey ve toplum açısından nasıl bir yararı olduğu konusu elbette tartışılabilir. Bunu bir tarafa bırakarak saygı, sevgi, yardımlaşma, dayanışma ve aile birliğine önem verme gibi değerlerin toplumun bir arada yaşamasındaki birleştirici, bütünleştirici olma özelliğini herhalde göz ardı edemeyiz. Bu ve benzeri değerlerimiz bir arada yaşamamızda önemli fonksiyon üstlenerek toplumumuzun kaynaşmasına katkı sağlarlar.
Geçmişte yaşanan sel, deprem, ekonomik kriz gibi olaylarda yardımlaşma ve dayanışma hususlarındaki örnek davranışlarımıza karşılık içinde bulunduğumuz salgın sürecinde sorumluluk ve toplum sağlığı konularında aynı duyarlılığı gösteremedik. Salgın sürecinin davranışlarımızda, tercihlerimizde değişikliklere yol açtığını, değerlerin değişimine etki ettiğini yaşayarak tecrübe ettik. Örneğin, “temizlik” değeriyle ilgili olarak bireysel anlamda takıntı seviyesinde hassasiyetlerimizin arttığı, buna karşılık toplum sağlığı konusunda aynı duyarlılığın oluşmadığı söylenebilir.
Salgın süreciyle birlikte değer tercihlerimizdeki farklılaşmalara bazılarımız tepkisel, bazılarımız soğukkanlı yaklaşabiliriz. Şu da unutulmamalıdır ki Milattan Önce 2000’li yıllarda Asurlulardan kalma bir kil tablette yer alan, “Son günlerde dünyamız oldukça bozuldu, rüşvet ve soygun sıradan olaylardan sayılıyor, çocuklarımız ebeveynlerine saygı göstermez oldu ve dünyanın sonuna yaklaşıyoruz’’ biçimindeki kaygıları bugünde yaşıyoruz, yarın da yaşayacağız. Anlaşılan geçmişten gelen bu mirası gelecek kuşaklara devredeceğiz. Hatırlamalıyız ki çocuklarımız parmak izlerimizi değil, ayak izlerimizi takip ediyorlar.