Geçen ay bir sohbet esnasında, “Bu koronavirüs salgını nedeniyle temizlik veya sosyal mesafe gibi konularda biraz akıllanır mı insanoğlu?” diye sorulunca “Sanmam!” diye yanıt verdim. Tek kelimelik yorumum biraz karamsar bulununca, neden öyle düşündüğüm soruldu. Çünkü insan, toplumsal olarak kolay kolay hatalarından ders alabilen veya doğru davranışı her zaman, öyle hemen görüp kabullenen ve uygulayabilen bir canlı değil. Sıklıkla önce sadece az sayıda birey ders alır. Zamanla sayı artar. Bu artış süre alır ve bazen çıkarılan dersler çok sonra topluma yayılır. Ne yazık ki, bazı hatalardan ise toplumsal düzeyde ders alamıyoruz. Yoksa “ tarih tekerrürden ibaret” diye özlü sözümüz niye olsun ki? Birinci Dünya Savaşının üzerinden yirmi yıldan bir fazla yıl süre geçmişken, niye İkinci Dünya Savaşı patlak versin ki? O çok övündüğümüz beynimizin ve toplumsal dayanışmamızın çok tuhaf eksiklikleri var. Bu nedenle doğrular ne kadar gözümüzün önünde olsalar da, her zaman öyle çabucak kabul görmüyorlar. Bulaşıcı ve salgın hastalıkların tarihçesi de bunu söylüyor bize. Düşünce ve davranışlarımızı değiştirmek ve düzeltmek konusunda oldukça tutucu olabiliyoruz.
Niye ama? Çünkü öncelikle kendimizden gerçekten çok eminiz. Düşünce şeklimizin ve ulaştığımız sonucun doğru olduğundan pek şüphe etmeyiz. Gelin bu cümlemi doğrulayan basit ama çok zekice planlanmış, rahatlıkla çevrenizde uygulayabileceğiniz bir deneyden bahsedelim. Bir grup deneğe üç farklı sayıdan (2-4-6) oluşan bir üçleme gösterilir. Deneklerden, bu gösterilen sayılar arasındaki sıralamayı oluşturan “kuralı” bulmaları ve sonrasında bu buldukları kurala göre yeni diziler oluşturup söylemeleri istenir. Deneklere buldukları kurala göre oluşturdukları yeni dizinin var olan esas kurala uyup uymadığı belirtilir. Böylece buldukları kuralın doğru olup olmadığını kontrol edebilirler. Örneğin “6-8-10” tahmini yapan bir deneğe “evet” denir. İlginç bir şekilde deneklerin büyük çoğunluğu hemen kuralın “ikişer ikişer artan üç tane çift sayıdan oluşan bir dizi.“ olduğu sonucuna varırlar. Tabii ki aslında bu kural yanlıştır. Doğrusu ise “küçükten büyüğe doğru giden sayılar” şeklindedir. Deneklerin büyük çoğunluğu “1,3,5” ya da “5,6,7” veya “3,4,8” gibi başka diziler oluşturup ilk düşüncesini test etmez. Çoğunlukla ilk gördükleri ve doğru olduklarına inandıkları kuralı doğrulayacak bir dizi veya diziler oluşturup hükme varırlar (1).
Birçok hataya, yanlışa ya da gözümüze kadar giren aksi gözlem ve kanıta rağmen hala kendimizden bu kadar emin olmamıza ne neden olur? Genellikle inanmak istediğimiz şeyi, inanmak istemediğimiz şeyden daha az dikkatle inceleme eğilimimize “güdülenmiş akıl yürütme” denilir. Bir şeye inanıyorsak onu sorgulamayız. İşimize yaramayan bilgiye yani inandığımız şeyin aksini söyleyen şeye gözümüzün ucu ile bile bakmayız. Hele ki aksi bulgu ve görüşlere belleğimizde hiç yer vermeyiz. Eğer ki bir fikri sevmiyorsak, sevdiğimiz fikirlere göre sevmediğimiz fikri çok daha dikkatli inceleriz. Kadın ve erkek deneklerden, kafeinin kadınlar için zararlı olduğunu iddia eden bir makale okumaları ve sonunda görüşlerini belirtmeleri istenir. Normal hayatlarında yoğun kafein tüketicisi olan kadınlar, az kafein tüketen kadınlara göre kendilerine okutulan çalışmanın sonuçlarına çok daha şüphe ile yaklaşırlar. Konunun kendileri ile ilgili olmadığını düşünen erkekler ise tahmin edebileceğiniz üzere çalışmanın sonucundan pek şüphe duymaz ve olaya tepkisiz kalırlar (2). İkna olması zor bir türüz.
Bir başka çalışmaya göz atalım. Stanford Üniversitesinde yapılan araştırmada, öğrencilerden ölüm cezasının suç işleme açısından caydırıcılığı ile ilgili bir dizi araştırmayı incelemeleri istenir. Katılan öğrencilerin beklenildiği gibi bir kısmının ölüm cezası lehine diğer kısmının ise bu cezanın aleyhine görüşleri vardır. Denekler ölüm cezası hakkında -lehte veya aleyhte- neye inanıyorlarsa kendi görüşleri ile karşıt sonuçlara ulaşan çalışmaların eksiklik ve boşluklarını kolayca bulurlar. Ancak kendi görüşleri ile uyumlu sonuçlara ulaşan araştırmalardaki benzer eksiklik ve boşlukları ise gözden kaçırırlar (3). Güdülenmiş akıl yürütme ile kendimizi doğru olduğumuza ikna ederken, yanlış yönlendirilmiş ve hatta çok yanlış inançlara bel bağlıyor olabiliriz. Önyargılı akıl yürütme şeklimiz hiç mi işe yaramaz? Tabii ki yarar. Bilinen en az bir faydası var; özsaygımızı korumamıza yardım eder.
Şöyle bir karşı çıkış gelebilir: ”İyi de bunca işini bilen, doğruları gören bunca birikim sahibi insan varken, bunları dikkate alan diğerleri varken, onları görüp onlara kulak vererek kendimizi değiştiremez miyiz? Ya da yanlışlarımızı başkaları düzeltemez mi?” Tabii kendimizi, düşünce şeklimizi, davranışlarımızı düzeltebiliriz. Doğrulara ulaşabiliriz. Doğruları gören azınlıklar diğerlerine, yani çoğunluğa bu doğruları anlatıp onları ikna edebilirler. Ancak tarih gösteriyor ki, doğrular zaman içinde ama oldukça uzun zaman içinde topluluğun geneli tarafından özümsenip kabul edilebiliyor. Eratosthenes 2200 yıl önce Dünyanın yuvarlak olduğunu ve çevresinin 40.000 km olduğunu deneysel olarak ortaya koydu; sonra binlerce yıl bu doğruyu söyleyen deneylerle ispatlayan nicelerinin başı beladan kurtulamadı. Üzerinde yaşayan çoğunluğun bu yuvarlak gezegenin şüphesiz kendi etrafında döndüğünü kabul etmesi için Galileo Galilei’den sonra kaç yüzyıl geçmesi gerekti? Topluluklar bireyden çok ama çok daha zor ikna olurlar; üstelik toplulukların bireyi güdüleyebilmek onu çoğunluğun düşündüğü gibi düşünmeye zorlayabilmek gibi de bir gücü vardır. Hiç azımsanamayacak bir güçtür bu. Sosyal bir canlı olan insan beyni etrafındaki diğer insanlardan tabii ki etkilenir ancak acaba bu ne düzeydedir? Görünen o ki bazen haddinden çok etkilendiğimiz ortada.
Muzaffer Şerif, 1930’lu yıllarda alanında öncü olan bir deney gerçekleştirir. Tamamen karanlık bir odada duvara yansıtılan bir ışık demetinin hareket ediyormuş gibi algılanması olgusuna “otokinetik etki” adı verilir. Muzaffer Şerif, deneyin görsel algıyla ilgili olduğunu söylediği ve hareketsiz bir ışık kaynağından 4,5 metre uzakta, karanlık bir odada oturan deneklerine, ışığın ne kadar hareket ettiğini sormuştur. Katılımcıların tahminleri ışığın hareketinin 2,5 cm ile 2 metre arasında değişmekte olduğu şeklindeymiş. Bu ilk aşamadan sonra denekler üç farklı günde üçer kişilik gruplar halinde diğer deneye alınmışlar. Böylece, deneklerin üzerinde grup baskısı oluşması sağlanmış. Işığın hareketine ilişkin gruplardaki tahmin farklılıkları ilerleyen deneylerde azalmış. Üçüncü gün, üç kişinin de aynı tahmini yaptığı kaydedilmiş. Denekler görünüşe göre grubun ortak görüşünü kendi algılarına tercih ediyorlarmış. Solomon Asch, elde edilen bu sonuçları günlük yaşamdan uzak ve biraz da karamsar bulmuş. Bu görüşü sınamak için kendi deneyini tasarlamış. Asch’ın deneyinde katılımcılardan verilen üç çizgiden hangisinin standart olarak verilen çizgiyle aynı uzunlukta olduğunu tahmin etmeleri istenmiş. Katılımcıların hepsi ilk aşamada deneyi başarı ile bitirmişler. Deneyin sonraki aşamasında, denekler diğer beş kişinin aslında denek olmadığı altı kişilik gruplar içine alınarak ve grupta görüşü en son sorulan kişi olarak tekrar aynı deneye alınmışlar. Aslında hileli olan bu turda, her deneğin bulunduğu gruptaki ilk kişi bilerek yanlış yanıt vermekte ve diğer dört kişi de bu yanlış yanıta katılmaktaymış. Sonuç olarak, bu turda deneye katılan gerçek deneklerin yalnızca 1 / 4 ‘ü kendi görüşlerini diğerlerine rağmen savunmuş ve gruba uymamış. Yani, sosyal yaşamda insanın içinde bulunduğu çevrenin baskısı çoğumuzu nesnel gerçekliklere rağmen diğerlerinin ortak fikirlerini kabul etmeye itecek kadar güçlü bulunmuş (4). Siz, ne kadar doğruları görüp söyleseniz de etrafınızdaki çoğunluk bu doğru ile hemfikir değilse diğerlerini ikna gücünüz çok kısıtlı olacaktır.
Bu da tamam ama her gün medyada birçok rakam ve istatistik görüyoruz. El yıkamanın, maske takmanın, sosyal mesafe kurallarına uymanın koruyuculuğuna ilişkin birçok veri her gün gözümüzün önünde duruyor. En önemlisi de hastalananların ve ne yazık ki hayatını kaybedenlerin verileri devamlı veriliyor. Salgının ciddiyetine veya koruyucu kuralların önemine daha nasıl ikna olmayalım? Ne yazık ki, bu noktada da bireysel ve toplumsal olarak bazen çok tuhaf yargılara varıp çok beklenmedik davranışlar sergileyebiliyoruz. Dünyanın birçok bölgesinde kıtlık ve açlık sorunu halen hüküm sürüyor. Çok büyük sayılarda insan açlıktan ölüyor. Örneğin bu konuda ne kadar aklımızı başımıza alabildik? İlginç ve üzücü bir deneyden bahsedeceğim. Bu deneyde, katılımcılara baştan belirli bir miktar para veriliyor. Katılımcılara Afrika’da yaşanan açlık ve gıda kıtlığı ile ilgili genel bilgi verilir. Sonra katılımcılar iki gruba ayrılır. İstatistiksel koşul grubu diye adlandırılan ilk gruba Malawi, Zambiya, Angola ve Etiyopya’daki kıtlık ve kıtlıktan etkilenen milyonlarca çocuğa ilişkin son bilgiler okutulur. Saptanabilir kurban grubu diye adlandırılan ikinci gruba ise Mali’li Rokia adında 7 yaşındaki bir kızın fotoğrafı gösterilir ve kızın yaşam koşulları okutulur. Katılımcılara deneyin başında kendilerine verilen paranın ne kadarını bağışlayabilecekleri sorulur. İlk grup (istatistiksel koşul grubu) kendilerine verilen paranın %23’ünü bağışlarken, ikinci grup (saptanabilir kurban grubu) %48’ini bağışlamıştır (5). İnsanlar, milyonların ıstırabına daha az duyarlı iken tek bir bireye daha çok duyarlı yaklaşabilmiştir. Bu üzücü deney, birçok devasa soruna toplumsal düzeyde neden çoğunlukla duyarsız kalabildiğimizi bir miktar açıklayabilmektedir. Pekala, nasıl böylesi bir duygudaşlık / empati hatası yapıyoruz? Düşünün şimdi bir yanda dört ülkede kıtlık ve açlık çeken milyonlarca insan var buna karşın diğer yanda o insanlardan yalnızca birisi var. İşte bu etkiye “saptanabilir kurban etkisi” deniliyor. Bu şekilde düşünmemize neden olan etkenler ise şöyle sıralanabilir: Kurbana olan (fiziksel, genetik ve sosyal) yakınlık, canlılık etkeni (boğulma olayını dinleme ve birebir boğulan kişiyi görme arasındaki duygudaşlık/empati farkı gibi), kurbana tek başımıza yardım edebilme şans ve yeteneğimize duyduğumuz inanç (okyanusta damla etkisi).
Bilmek ve bilineni iletmek büyük güçtür. En büyük bilgi ise kişinin kendini bilmesidir. İnsan davranışlarını, hele ki toplumsal olarak değiştirebilmek hem bilgi, hem güç, hem sabır ve hem de zaman ister. Gerçekçi olmamız, geçmişten çıkarılan dersleri tekrar tekrar okumamız ve temkini elden bırakmamamız şart. Kendimizi, özellikle de eksik gediğimizi ne kadar iyi bilirsek önümüzü o kadar kış tutup yaza daha rahat ereriz.
Saygılarımla…
KAYNAKLAR
(1) – Marcus G., Kluge, “İnsan Zihninin Gelişigüzel Yapısı” Çev.: Armağan Özdemir Remzi Yayınevi, 2010; syf:65. (Orijinal Çalışma: Wason PC., Quarterly J Experimental Psychol. 1960)
(2) – A.g.e., syf:68
(3) – A.g.e., syf:69
(4)- Nigel Barber . “Acımasız Bir Dünyada Fedakarlık: Doğanın Duygusu.” Çeviri: Orhan Düz, Güncel Yayıncılık, 1.basım, Mart 2005 Syf: 273-75
(5)- Dan Ariely. “Akıldışının Mantığı” Çev.:Asiye Hekimoğlu Gül. Optimist Yayınlar, syf:219-221. (Orijinal çalışma: Small D, Loewenstein G ve Slovic P. “Sympathy and Callousness: The Impact of the Deliberative Thought on Donations to Identifiable and Statistical Victims” Org. Behav. And Human Decis. (2007) 102:2;143-153)
2 yorum
Toplumda cozume ihtiyac duyulan bir sorun karsisinda bireylerin dogru olani secmesi icin uzman olan kisilerin cok fazla fedakarlik yapmasi gerekiyor. Uzun bir zamani bazen omru dava gibi kabul ettigi bu yolda harcamasi gerekiyor. Sabirla, inancla, empatiyle geliştirdikleri yontemlerle cozumu topluma benimsetebilmek zor iş. Ne yazik ki ancak bu tür dava insanlari olursa; toplumlar yasadiklari acilardan nasil ders cikartmalari gerektigi konusunda daha kisa surede, dogru sonuca ulasabilirler.
Erhan Hocam çok haklısınız…Selam ile…