Diogenes Laertios, ünlü filozofların yaşamlarını anlattığı kitabında, felsefenin iki isimle başladığını söylüyordu: Anaximandros ve Pythagoras.
Aristoteles’in ‘teolog’ olarak adlandırdığı, M.Ö. VIII. ve VII. yüzyıllarda tanrı hakkında konuşmaya cesaret eden Homeros ve Hesiodos’un ardından, VI. yüzyıldan itibaren ‘doğa filozofları/fizyologlar’ doğu Ege kıyılarında, İyonya’da ortaya çıkacak ve doğa üzerine konuşacaklardı; önce doğa ve ay-altı alem üzerine.
Pythagoras, apeiron’u evrenin temel ilkesi olarak kabul eden Anaximandros’un ardından, duyusaldan biraz uzaklaşarak ‘sayı’ üzerine düşünmeye başladı, rakam değil bilakis sayı üzerine. Ancak bu sıçrayış onu kendine özgü niceliksel bakış açısından kurtarmaya yetmemiş, kavramla temas etmeyi başaramamıştı. İyonya felsefesinin ay-altı alemde takılıp kalışına benzer şekilde Pythagorasçılar da sayı’ya bağlanmışlardı. Sayı ise daima bir şeyin niceliği olduğu için tikelden tümele yükselmek için aracı olamayacaktı. Pythagoras’ın yüzyıllar sonra Hegel’in eleştirilerine maruz kalmasının nedeni buydu. Pythagoras felsefesi, Hegel tarafından, düşüncenin en ilkel biçimlerinden biri olarak değerlendirilmiş, felsefenin çocukluk dönemiyle ilişkilendirilmişti; sadece sayı’da kalması, kavram’a yükselememesi nedeniyle. Oysa bir başlangıç gerekiyordu, yumurta olmaksızın tavuğun var olması düşünülemezdi, emeklemeden koşmaya yeltenmek us’a aykırıydı. Felsefe de tıpkı bir çocuk gibi çağlar içerisinde kendi gelişimini tamamlıyordu.
Pythagoras iki sözcüğü ilk kullanan kişi olarak tarihe geçmişti: cosmos ve philosophos.
Cosmos vardı, olmalıydı, çünkü doğa yasalılık üzerine kurulmuştu, bu harikulade döngüyü rastlantılara dayandırmak olanaksızdı. Pythagorasçılar için doğa, karşıtların birbirine dönüştüğü bitimsiz bir devinimdi. Pythagoras kendini philosophos olarak adlandıran ilk kişiydi; sadece hikmeti arayan değil, bu eylem olmaksızın yaşayamayan kişi. Aristoteles “Felsefeye Çağrı” kitabında Pythagoras’ın diliyle konuşurken şöyle demişti: “felsefe yapmak insanın kendini felsefeye adamasıdır”. Üçlü yaşam teorisi de bu bağlamda gelişmişti. En alçak olan duyusaldan, en yükseğe, ussala doğru; haz yaşamı, politik yaşam ve filozof yaşamı.
Pythagorasçı düşünme biçimi matematiksel düşünme biçimiydi. Matematiksel düşünme; aritmetik, geometri, astronomi ve müziği içeriyordu. Bir düşünme ve yaşama biçimi temelinde ele alındığında Pythagoras öğretisi, matematik ve akuzmatik olarak iki ayrı kolda incelenebilirdi. Matematikçiler “ezoterik” olarak adlandırılır ve yazılı öğretim görenleri kapsardı. Akuzmatik olanlar ise sözlü öğretime tabi olurlar ve “egzoterik” olarak isimlendirilirlerdi. Akuzmatik olanlar “havas” mesabesinde değerlendirilseydi şayet, matematikçiler onlara nispeten “ehassul havas” konumundaydı. Matematikçiler aydındılar, akuzmatikçiler irfani geleneğin sürdürücüsü. Bu bağlamda Pythagorasçılık matematiksel yönüyle modern bilimin temeline yerleştirilmişti. Pythagorasçılıkta matematik bir tür oyun gibiydi belki de, Yahudilerin Kabala’sına benzetilebilirdi. Hakikatte matematikten ziyade mistisizm barındıran bir tür büyü, numeroloji.
Orpheusçu mistik geleneğe yakınlığı ile tanınan Pythagoras’ın tasavvufi irfan üzerindeki etkilerini İslam topraklarında izlemek mümkündür. Bedensel hazların aşağılanması ve aşırılıklardan kaçınılmasıyla bilinen Pythagorasçı ahlak öğretisi, yeni Platonculuğun da etkisiyle, Sufi yaşantısında riyazet ve nefs terbiyesine dönüşmüş olmalı. Teslimiyet önemliydi her iki kültürde de, bir bakıma düşünmemek. Benzer şahsiyetler vardı iki denizi birleştiren, Hippasus’un suçu da sırrı ifşa etmekti, tıpkı Hallac gibi. Pythagoras hem insandı hem tanrı; ne insandı ne tanrı.
Bir nevi ‘gayya kuyusu’ olarak görülmesinin nedeni muhtemelen Pythagoras’ın şahsına dair çok az bilgiye sahip olunmasıydı. Pythagoras’ın takipçileri Platon’dan etkilenmişler, özellikle M.Ö. IV. yüzyılda Platoncularla yakın ilişki kurmuşlardı. Bu tarihsel ilişki, nihayetinde, pek çok ortak noktada buluşan bir düşünme ve yaşama biçimi oluşturmuştu. Bu ortak payda öylesine iç içe geçmişti ki, tarihsel bakış açısıyla Pythagorasçılık Platon öncesi ve sonrası olarak iki bölüme ayrılmıştı. Yüzyıllar boyunca Pythagorasçıların metinleri okundu, ancak bu metinlerin doğrulanmasına ve dahi onaylanmasına izin verecek asıl özne ve eserlerine dair mahrumiyet süregeldi. Pythagoras’ın suskunluğu buna mukabil takipçilerinin coşkunluğu asıl özneyi bilinemez kılmıştı. Bu nedenle neyin ne kadar değiştirildiği, sunulan bilgi dağarcığının doğruluğu ve aslı ile uygunluğuna dair kesin bir yargıya varabilmek mümkün değildi.
Pythagorasçı felsefe, temelinde tüm-tanrıcı, panteist bir anlayış barındırıyordu. Evrende karşıtların birliği söz konusuydu, Thales ve Herakleitos’tan sonra yine “her yer tanrılarla dolu”ydu. Vahdet-i vücud’u çağrıştırıyordu bu yönüyle. “Bir şey kendisinden çıkan şeylere dahil midir?” sorusuna, “1 (bir) sayı değildir” yanıtını veriyordu Pythagorasçılar, bütün sayılar ondan hasıl olmasına rağmen. Yeni Platonculuğa ve sudur teorisine atıf yapar gibi; yahut Şeyh-i Ekber’in fısıltısına, “her şey tanrı mıdır, tanrıdan mıdır” sorusuna verdiği cevap gibi.
İslam coğrafyasının antik Yunan düşüncesiyle tanışması M.S. VIII-X. yüzyıllara rastlar. Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına ait metinlerde felsefenin başlangıcının Pythagoras’a dayandırıldığı görülür. Pythagoras hem doğa felsefesinin hem de matematiksel felsefenin kurucusu olarak tanıtılmaktaydı. Pythagoras, üzerindeki olası Mısır ve Babil etkileri nedeniyle, Hermes ile de ilişkilendirilmişti.
İslam dünyasında felsefe öncelikle Mutezile ekolü tarafından alımlanmıştı. Mutezile’nin Hanbeli ve Selefi gruplar tarafından tasfiyesinin ardından Şii Müslümanların felsefeye olan ilgileri devam etti. Bu ilgi başta İhvan-ı Safa olmak üzere Batınilerde ve İsmaililerde görünür hale geldi. İhvan-ı Safa bu bağlamda Pythagorasçıların İslam dünyasındaki sapkın versiyonu olarak değerlendirilebilir. Onların elinde Pythagoras felsefesi siyasi emellere uygun biçimde modifiye edilerek kullanıldı. Fatımilerin kuruluşuna öncülük eden siyasi düşüncenin temelini oluşturdu. On ikinci yüzyılda Sühreverdi İşraki ekolüyle sözde-Pythagorasçı felsefeyi takip etti.
Pythagoras Şii ve Sünni cemaatler arasındaki husumette hedefe konulan filozoftu. Şii gelenek tarafından özünden uzaklaştırılarak sahiplenilen Pythagorasçılık, Sünni düşüncenin sapkın hedefi haline gelmişti. İbn Sina ve Gazali Pythagorasçılığa yönelik ciddi eleştirilerde bulunmuşlardı. Nitekim Gazali, metinlerinde, Pythagoras’ı “dehrilerin filozofu” olarak konumlandırmıştı. Dehrilere göre evrenin bir başlangıcı ve yaratıcısı yoktu. Oysa öte yanda, Yunan anlayışında; tanrı ve evren, her ikisi de kadimdi. Öte-dünya ise sadece ruhlara ayrılmıştı, en ilkel anlatıların yer aldığı Homerik metinlerde bile.
Bu dönemde eleştiri oklarına maruz kalan isimlerden en önemlisi Ebubekir er-Razi idi. İmamiliği reddetmesi peygamber karşıtı olarak etiketlenmesine neden olmuş, özellikle İsmaili metinlerde acımasız iftiralara maruz kalmıştı.
Siyaset her daim, her düşünceyi kendi ideolojik menfaatleri doğrultusunda suistimal etmeyi adeta görev addetmiştir Küçük Asya’da, Mezopotamya’da. Muhaliflerini cezalandırarak, düşünceyi yalnızlaştırarak. Günümüzde bu topraklarda halen devam etmekte olan kutuplaşmaların ve çatışmaların temelinde yatan din, mezhep, tarikat ve cemaat yapılanmalarının faaliyetlerini sürdürebilmelerinin nedeni düşüncenin bu topraklarda kendine yer bulamaması, nefes alamamasıdır. Bu nedenle, çağlar boyunca, şekil olarak değişse bile temelde inanç bağımlı siyasi gruplaşmaların varlığı ve hakimiyeti neredeyse kaçınılmaz olmuştur. Düşünce yalnızdır, doğruluğunun ispatı kendinde, bu kadim ve derin yalnızlığındadır.
Bu yazı sayın Dücane Cündioğlu’nun “Felsefe Tarihine Giriş” başlıklı ders notlarından derlenmiştir.