Günler günleri, yıllar yılları kovaladı derler ya hep… Benim de öyle oldu. Tıp fakültesi ve asistanlık eğitiminin ardından 12 yıl sonra doğduğum, büyüdüğüm şehre, Akşehir‘e mecburi hizmete geldim.
Benim için çok değişik bir duyguydu ve bunun birçok nedeni vardı. Mesela çocukken duyduğum o ağır hastane kokusu gene beni bulmuştu. Yine o eski günler, aşılar, iğneler mazimde canlandı tekrar. O kadar tıp okumama ve ihtisas yapmama rağmen nasıl o his beni tekrar bulmuştu? İçimde çok değişik bir his vardı.
Arkadaşlarımın doktor babaları, anneleriyle, amca, teyze dediğim kişilerle şimdi iş arkadaşı olmuştum. Annemin ve babamın eski öğrencileri hastanenin her yerindeydi. Onlar için doktor hanım değil de “hocanın kızı” idim. Hastane çalışanlarına artık bana “hocamın kızı” yerine doktor hanım deyin lütfen, demekten dilimde tüy bitmişti. Hep hasta olarak gittiğim yer artık benim iş yerimdi.
Yemekleri hele! Hala hayatımda yediğim en güzel hastane yemekleri olarak tatları damağımdadır. Ustalar öz be memleketlim. Tatlar aynı annemin yemekleri. Bir öğlen mangal yaparlar bahçede, bir öğlen pide. Kendileri tulumba dökerler, tadı meşhur pastanede bile yoktur. Sebzelerse her daim taze.
İş arkadaşlarım, hemşirelerim, teknisyenlerim hepsi iyi niyetli, güzel insanlardı. Hepsi benden büyüktü; haliyle bazıları emekliliklerini bekliyorlardı.
Zorlukları da vardı tabi memlekette çalışmanın. Her gün arayan, “kızımız bize falanca doktordan randevu alsın” diyen konu komşu akraba annemi zor duruma düşürmeye başlamıştı bir süre sonra. Yazık, ne yapsın o da! Bana söylese bir türlü, söylemese bir türlü…
İşte böyle duygularla başladığım mecburi hizmetimin ilk günündeki ilk vakam, tren yoluna çıkan koyunlarını toplamaya çalışırken kaza geçiren bir çocuk çobandı. Aslında mesaim bitmişti, icapçı doktora bırakıp çıkmam gerekirken yapamadım, bırakamadım vakamı. Çünkü biz öyle öğrendik; vakamızı bitirip gitmeyi, benim vakam diye sahiplenmeyi, sonuna kadar takip etmeyi öğrendik.
Çok şükür ki hiçbir malzeme eksiği yoktu hastanede. Tüm monitorizasyonumu yapmıştım hastamda. Ve her şey yolunda gitmişti. Sağ salim çıkmıştı ameliyattan.
İlginç bir şekilde çok fazla ilaç intoksiyonu gelirdi hastaneye. Bir gün genç bir kız aldım yoğun bakıma, çok fazla uyku ilacı içmişti. O kadar çok kar vardı ki sevk edemedik il merkezine. Ne yapalım dedim, alalım takip edelim. Eve gittim o akşam ama içim içimi yiyor; ya bir şey olursa, ya büyük merkez gerekirse, nasıl gider ambulans! Neyse dedim bari hastaneye gideyim, gece orada kalayım. Çıktım yola ama arabayı çalıştırmak ne mümkün! Yürümeye başladım ama o da mümkün değil. Hemşireyi aradım, “doktor hanım bekleyin hastane aracını yollayayım” dedi. Aaaa dedim, oluyor mu öyle? O günkü mutluluğu anlatamam, hastama gittim ve sabaha kadar başında bekledim o sayede.
Yine bir gün yaşlı bir teyze yatırdım, üzerlik diye bizim oralarda bir bitki vardır. Sobanın, ocağın üstüne konur, güzel koku verir. Teyzeye bir komşusu önermiş, üzerliğin suyunu iç, tansiyona iyi gelir, yapmış o da. Fenalaşmış acile getirmişler, yatırdım ben de teyzeyi, ağır bradikardi ve hipotansiyonla. “Ah teyze” dedim, “ne yaptın sen öyle”; unutamam hala onun masum yüzünü.
Çok güzel anılarım, günlerim geçti Akşehir Devlet Hastanesi’ndeki mecburi hizmetimde. Hala anar, anlatır, mutluluk duyarım yüzümde bir tebessümle…
1 yorum
Benim böyle bir şansım hiç olmadı. Kendi memleketinde çalışmak zordur, ‘köyün buzağısından boğa olmaz’ derlerse de, siz zorlukları aşmasını bilmişsiniz. Kutluyorum.