-Bir Aydınlanma Seçkisi’nden-
Doğa, sert kabuğunun içindeki tohumu, yani özgür düşünme eğilimi ve belirlenimini en zarif biçimde yetiştirmiştir.
Immanuel Kant
Herder, toplumsallık duygusunun temellerini Yunan medeniyetinde aramıştı. Antik Yunan’ın ‘bakışlarını yukarı çevirmiş tanrısal insan’ını sosyalleşmeye götüren sebeplerin de yine kendi kusurlarından doğduğunu söylemişti. Doğanın sözde kötülükleri karşısında aciz kalan insan, kendi türünü koruma itkisinin öncülüğünde, sahip olduğu ham tutkularını kontrol etmeyi de görev bildi. Nitekim geleneksel hukuk da bu primitif temeller üzerine kurulmuştu.
Kilise’nin tahakkümü altında geçen karanlık Ortaçağ’ın ardından yeniden alev alan aydınlanma tutkusu, 1789 Fransız Devrimi’ne zemin hazırlayan, 18 ve 19. yüzyıllarda Sanayi Devrimi ile farklı formlara bürünen bir başkaldırı hareketiydi temelde. Kökleri Luther ve Reform hareketine kadar uzanan. Zincirlerini kıran Prometheus’u takip eden bir sürükleniş gibi adeta, karşı konulamayana doğru. Organik evren tasavvurunun Newton ile birlikte giderek mekanikleştiğine şahit olunuyordu bu çağda. Evrim teorisinin filizlendiği, bilimin ışığını göz kamaştırıcı bir parlaklıkla sergilemeye başladığı bir çağdı bu. İnsanın antropolojik olarak kendi varlığının farkına vardığı. Geleneksel olanı kayıtsız şartsız kabullenmek yerine sorgulamanın değerini öne çıkaran bir anlayıştı benimsenen. Öte yandan düşüncenin hareketlendiği, yüzyıllar süren zihinsel uyuşukluktan uzaklaşılarak çelişkilerle yoğrulmuş diyalektik düşünce zemininin oluşturulduğu. Önce Kant’ın ellerinde, akabinde Hegel’in ve Marx’ın. İnsanlığın uyanışı olmalıydı bu, bir nevi silkelenişi. Daha nicelerine gebeydi, zamanla kendi inançlarını karşısına alabilecek denli cesurdu üstelik.
Kant, aydınlanmayı bir nevi “mağaradan çıkış” olarak tanımlar. Platon’un mağarasına benzer bir yer olmalıydı burası. Mağaradan çıkış, insanın ergenlikten ya da ergin olmama (Unmündigkeit) halinden kurtuluşunu simgeliyordu. Ancak kendi aklını kullanma cesareti gösterebilen insan, özgür ve yetkin bir birey olma yolunda ilerlemeyi hak ediyordu. Toplumsal aidiyetlerine rağmen, sadece kendisi olarak var olmaya yönelik iştiyakı onu zincirlerinden kurtarabilecekti. Güneşe bakmaya cesaret edebilmek; bu uğurda gözlerin kamaşmasını, hatta belki kör olmayı göze alabilmek. Fakat nasıl bir körlük olmalıydı bu? Bakışları gölgelerden uzaklaştıran, hakikatin penceresine yönelten, ve kendisine. Bir nevi içgözlem: zayıflıklarını itiraf edebilen, kendi doğasının gerektirdiği göreli zaruretlere muhalif olabilen, onlara karşı mücadele verebilen farklı bir idrak seviyesinde.
Nitekim Kant’a göre bireysel aydınlanmanın önünde yükselen duvar tembellik ve korkaklık üzerine inşa edilmişti. Şu halde insan, özgürlüğü için bizatihi kendi rahatından vazgeçmeliydi öncelikle, vazgeçmeyi göze alabilmeliydi. Özgürlük ile kastedilen bedenin değil, bilakis aklın özgürlüğüydü çünkü.
Özgürlük, kişinin aklını her konuda özgürce kullanabilme özgürlüğüdür. Benim yerime idrak eden ve anlayan bir kitabım, benim yerime vicdan sahibi olan bir din adamım, ne yiyeceğime benim yerime karar veren bir doktorum olsaydı, o zaman benim çaba harcamama ya da kendimi sıkıntıya sokmama gerek olmazdı. (Kant)
İnsanın aklını bir başkasının kılavuzluğuna terk etmesi demekti bu.
Düşünme, değerlendirme, yorumlama ve yargıda bulunma yeteneğinden ve hakkından bile isteye vazgeçmek.
Bu bağlamda, her halde ve şartta yönetilebilir olmak yöneticileri de kışkırtan ve besleyen bir hal olmalıydı muhakkak. Böylelikle, sıradan bilince, dışarının, ötekinin, bilinmeyenin tehlikeli olduğu dayatılır ve benimsetilir; yabancı olan düşman olarak gösterilirken, onun her zaman kutsal “biz” halkasının dışında kalması gerektiği tekrarlanır durmaksızın. Tıpkı Notre Dame Katedrali’nin dış duvarlarına yerleştirilen korkunç yaratıkların işaret ettiği ürkütücü karanlık gibi. O halde insanın kendi aklını özgürce kullanmasına asla izin verilmemelidir, kendisine her fırsatta acziyeti ve zavallılığı hatırlatılmalıdır. Bağımlılıklarından ve alışkanlıklarından vazgeçmemesi salık verilmelidir öte yandan, bilakis düşünmeksizin kucaklamalıdır onları, ve uyumalıdır. Bir melek uykusudur vadedilen. Bu dogmatik terbiyeyi güvenlikle özdeşleştiren sıradan bilinç, kılavuzsuz eyleyemez hale gelir; karşıt mücadeleyi göze alamaz, kendini böyle bir cenderenin içine itmektense umarsızlığı tercih eder, ve huzuru. Düşmekten ölesiye korkar çünkü.
Başkalarının koruyuculuğunu nazikçe üstlenen bu gözeticiler insanlığın büyük çoğunluğunun erginliğe giden adımları sadece zahmetli değil aynı zamanda son derece tehlikeli olarak görmelerini sağlarlar; bağlandıkları yürüteçlerin dışına tek bir adım bile atmalarını dikkatle engellerler; ayrıca eğer kendi başlarına yürümeye çalışırlarsa onları tehdit eden tehlikeyi gösterirler, oysa birkaç kez tökezledikten sonra yürümeyi öğreneceklerdir. (Kant)
Derken söz Erhard’a geçer: ‘Başkalarının yardımıyla gelen mutluluk çelişkilidir’ der Erhard, orada mutlulukla bağdaşmayan bir bağımlılık bulunmaktadır çünkü. Hamann’ın ironik sesi, bir yöneticinin dalkavuğu ya da hizmetçisi olmaktansa erginleşmemiş masumiyeti tercih edeceğini haykırır. Aklını kör bir öndere, hamiye ya da vasiye emanet ettiğinde – ancak böyle bir duruma düşürürse kendini – suçlu sayılabilirdi insan.
Kant aklın özel ve kamusal kullanımından bahseder sonra; iki eylemin farkını vurgulamak ister özellikle. Aklın özel kullanımında insanın toplumsal konumu ve görev bilinci temel alınır. İnsanın aklını mesleğini icra ederken yahut görev başında iken kullanması aklın özel kullanım biçimidir. Aklın kamusal kullanımında ise insan, toplumsal sorumluluklarının dışında, bir birey olarak, kendi adına düşünme ve konuşma özgürlüğüne sahiptir. İnsan, önyargı ve yaptırımlara maruz kaldığında dahi düşüncesini korkusuzca açıklayabilmeli ve haysiyetine uygun bir biçimde eyleyebilmelidir.
Bu konuyu, Kant’ın Aralık 1784’te Berlinischen Monatsschrift’te yayımlanan aydınlanma makalesinden sadece birkaç ay önce, Mendelssohn da aynı dergide yayımlanan kendi makalesinde ele almıştır. Mendelssohn eğitimi kültür ve aydınlanma olarak ikiye ayırdı. Kültür pratik yaşamda ve toplumsal ilişkiler alanında gelişirken, aydınlanma daha ziyade kuramsal zemine işaret etmekteydi: rasyonel bilgiye ve düşünme becerisine. Mendelssohn da buradan yola çıkarak, birey ve toplum temelinde, insanın insan olarak ve yurttaş olarak iki farklı belirlenimi üzerinde durdu. Kültürü toplumsal olan ile ilişkilendirirken aydınlanmanın evrensel olduğunu vurguladı.
İnsanla insan olarak ilgilenen aydınlanma statü ayrımı olmaksızın evrenseldir; insanın yurttaş olarak aydınlanması ise zümresi ve mesleğine göre değişir. (Mendelssohn)
Ne ki insanın insan olarak ve yurttaş olarak sunulan bu iki belirlenimi arasında uzlaşı sağlamak çoğu zaman mümkün olmayabilir. Böyle bir durumda insanın bireysellik ve toplumsallık arasında sıkışıp kalması işten değildir. Mendelssohn böyle bir çatışkı söz konusu olduğunda ‘aydınlanmanın erdemli taşıyıcısı’nın basiretle ve ihtiyatla hareket etmesi gerektiğini, özsel hakikatinden uzaklaşmak yerine ona yöneltilen önyargılara tahammül etmesinin uygun olduğunu söyler.
Erhard da aydınlanmanın peşinden giden insanın haysiyetini çiğnetmemesi gerektiği konusunda Mendelssohn ile hemfikirdir. Menfaat edinme gayesiyle gerçekleştirilen eylemleri eleştirir ve hakikat arayıcısının her şeye rağmen ve inatla doğrunun peşinden gitmesi gerektiğini söyler. İnsanın toplumsal düzlemdeki en önemli rolü diğer insanları mutlu etmeye çalışmak değil, bilakis onlar karşısında ve belki de onlara rağmen erdemli olmayı başarmaktır. Lessing de benzer biçimde, insanın değerinin hakikati keşfetmek için sarf ettiği çaba mesabesinde olduğunu söyler, sahip olduğunu zannettiği hakikat ise bir yanılsamadan ibaret olabilirdi pekala.
Tanrı sağ elinde tüm hakikati ve sol elinde beni her zaman yanıltma olanağı bulunan hakikati arama itkisini tutsa ve “seç” dese, alçakgönüllülükle sol eline eğilir ve derim ki: bunu ver bana ey tanrım, saf hakikat yalnızca senin için. (Lessing)
***
Şu anki duruma bakıldığında, insanların başkasının kılavuzluğu olmaksızın dini meselelerde kendi akıllarını güvenle ve doğru bir şekilde kullanmaları konusunda katedilmesi gereken daha çok yol vardır.
Kant bu sözü 1784 yılında söylemişti, günümüzden tam olarak 238 yıl önce.
Kaynaklar:
Aydınlanma Nedir? (Was ist Aufklärung?); Kant, Erhard, Hamann, Herder, Lessing, Mendelssohn, Riem, Schiller, Wieland. Albaraka Yayınları, İstanbul, 2021.
Dücane Cündioğlu, Felsefe Dersleri, “Kant ve ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusu”.
Görsel kaynağı:
Prometheus Bound, Peter Paul Rubens, 1611-1612.