“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir kurtarıcı dost gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa 4/75)
Tarih miladî 622 yılını gösterdiğinde Müslümanlar, Mekke’deki dayanılmaz baskı-boykot, abluka ve zulüm ortamından uzaklaşabilmek amacıyla Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardı. Ancak bu zorunlu hicretten rağmen, adeta gözlerini kan bürümüş ve düşmanlığı meslek haline getirmiş olan Mekke müşrikleri, onları Mekke’ye sürdükten sonra bile bir türlü rahat durmamışlar, peşlerini bırakmamışlar, bazen başka kabileler ve Medineli bir kısım Yahudilerle iş birliği yaparak Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını yapmışlardı. Her fırsatta, hak dinin mensuplarını, hakikat taraftarlarını gittikleri hicret yurtlarında yok etmek istemişlerdi. Ancak var güçlerini seferber etmelerine rağmen bu amaçlarına ulaşamadılar ve hicrî 6. yılda Hudeybiye Antlaşması’nı yapmaya mecbur kaldılar.
Hudeybiye Antlaşması’nın bir maddesine göre antlaşmanın yapıldığı tarihten sonra müslüman olup Mekke’den Medine’ye kaçanlar iade edilecekti. Böylece hicret imkânı bulamayan Müslümanlarla, bu madde gereği iade edilen müslümanlar, bunların eşleri ve çocukları Mekke’de kaldılar, müşriklerin çeşitli zulüm ve baskıları altında yaşamaya devam ettiler. Bu müminler, işkence ve baskı dayanılamaz hale geldikçe, her dönemde bunu yaşamaya maruz bırakılan inanç sahipleri gibi Allah’a yalvarıyor ve O’ndan bir kurtarıcı, ellerinden tutacak bir yardımcı göndermesini istiyorlardı.
Nisa suresinin bahis konusu ettiğimiz ayetinin, zulüm ve haksızlığa uğrayan mazlum müslümanların dua ve niyazlarına bir cevap olmakla beraber elbette anılan tarihî ilişkiyi aşan boyutları da vardır; çünkü savaş nerede ise insanlıkla yaşıttır. Sözgelimi idam cezasını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını tam anlamıyla korumak nasıl mümkün olmamışsa savaşı kaldırarak, yok sayarak, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adaleti sağlamak da maalesef mümkün değildir ve olmamıştır. Öyleyse yapılması gereken kaçınılmaz şey şudur: Savaşın hukukî ve ahlâkî amaçlarını net bir şekilde belirlemek gerekir ve savaşı bu amaçtan asla saptırmamak asıl olmalıdır. Yani dinî ve insanî değerleri önemseyen vicdan sahibi kimselerin, başka toprakları sömürmek, öteki soyları kırıma uğratmak maksadıyla yapılan savaşlara alet olmamaları, birinci sorumluluk alanıdır. İkinci sorumluluk alanı ise bu tarz insanlık dışı uygulamalara maruz kalan zor durumdaki mustazaflara yani çaresiz insanlara, kadınlara ve çocuklara yardım etme, onları bu zor durumlarından kurtarma adına yapılabilecek olan meşru her şeyi yapma sorumluluğudur.
Genel manada savaştan bahseden “Saldırıya uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi. Allah onları muzaffer kılmaya elbette kadirdir” (Hacc 22/39) gibi âyetlere bakıldığında İslâm’ın, ancak zulmü ve baskıyı, haksız saldırıları ortadan kaldırmak için savaşmaya izin verdiği görülmektedir. Nisa suresinin ilgili ayeti ise savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır: a) Allah yolunda O’nun rızâsını elde etme gayesiyle hareket etmek, b) Zulmü engelleyip adaleti sağlamak. “Allah rızâsı” da fayda bakımından kullara dönmektedir. Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O’nun rızâsı için savaşmak; kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır. Evet, Allah mutlak âdil olduğundan ve zerre kadar zulme razı olmadığından “Allah yolunda O’nun rızâsı için savaşmak” adalet, hukuk ve hakkaniyet uğrunda savaşmaktır. Başka bir deyişle, ego ve kibri tatmin etmek, kişisel hırslar, salt siyasî menfaat ve çıkarlar için savaşmak Müslümana yakışmaz. Hz. Ali’nin tavrındaki şu nezaheti göstermek gerekir: Rivayet odur ki; Hz. Ali Allah yolunda bir gazâ esnâsında karşısına çıkan amansız, güçlü bir düşmanı alt ederek yere düşürmüştü. Tam son darbeyi indirecekken, ölümle burun buruna kalmış olan düşman, o an can havliyle Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürdü. Bu iğrenç davranış karşısında Hazret-i Ali o düşmanını bıraktı. Ölümün pençesinden kurtulan düşman, rakibinin gösterdiği bu merhamet ve af karşısında hayrete kapıldı. Hazret-i Ali’ye kendince bir mânâ veremediği bu davranışın sebebini sordu. Aralarında geçen konuşmayı Mevlânâ Hazretleri gönül diliyle şöyle anlatır:
“O kişi dedi ki: «–Yâ Ali! Üzerime keskin kılıcını çekmiştin! Tam öldürecektin ki, bundan vazgeçip canımı bağışladın! Neden böyle yaptın? Ne gördün ki, o beni yere seren kudretli öfken sükûnet buldu? Ey cenk meydanlarının yenilmez kahramanı! Lutfedip hâlinden bir parça anlat! Bu nice ahvâldir?»
Rakibinin bu sözleri üzerine Hazret-i Ali şöyle buyurdu: «–Ey kişi! Bilesin ki ben, kılıcımı Hakk’ın rızâsı için kullanmaktayım. Çünkü ben, Hakk’ın kuluyum, nefsimin, hevâ ve hevesimin değil. Ben nefsimi tanıdım. Senin tükürüğüne mağlûb olmak bana ağır geldi. Nefsimin şerrinden korktuğum için kılıcımı kınına soktum. Bunun içindir ki, şu gazâda seninle dövüşürken tükürmen dolayısıyla nefsânî bir hâl zuhûr edince, kılıcı kınına koymayı münâsip gördüm. Tâ ki, Allah için seven ve Allah için buğzeden bahtiyarlardan olayım. Bunun için Allâh’ın rızâsından gayrı her şeyden yüz çevirdim. Nefis ve şehvetinin esiri olana gelince, o, köleden ve esirden daha beter bir durumdadır. Çünkü köle, efendisinin bir sözüyle âzâd olur ve hürriyetine kavuşur, ancak nefis ve şehvetin kulu olan, yaşadığı geçici lezzetlerle sarhoş olarak acı bir felâketin ebedî hüsrânında uyanır. İşte bunun için ben nefsime tâbî olmayıp seni öldürmekten vazgeçtim.» (Bk., https://www.islamveihsan.com/hz-ali-r-a-yuzune-tukuren-dusmanini-neden-oldurmedi.html; Erişim Tarihi: 04.12.2023).
Allah’a ve hak dine inanmayanların da yerine göre bir tanrıları, baş eğdikleri, itaat ettikleri –maddî, mânevî– bir önderleri, kırmızı hiçbir çizgi çekmeden koşulsuz/şartsız her türlü desteği veren dostları olacaktır. Bu tarz hiçbir ahlakî ve insanî hassasiyeti hesaba katmayan önderler ve ileri gelenler Kur’an’a göre tâguttur, şeytanların taraftarıdır veya onların dostlarıdır. Nisa suresinin ilgili ayetine göre bunlara tâbi olanların savaş amaçları ise özgürlük, hukuk ve adaletin gerçekleşmesi değil, hiçbir sorumluluk endişesi taşımaksızın her türlü yalana kolaylıkla başvurmak suretiyle büyüklük ve yenilmezlik egosunun tatminidir, zulümdür, baskı ve sömürüdür, soykırıma varacak eylemleri çekinmeden icra etmektir. (Bk., Heyet, Kur’an Yolu Tefsiri, Cilt: 2 Sayfa: 95-96.) Öyleyse böylesi kritik dönemlerde birey ve toplum olarak net bir tavır sergileyebilmek, savaşın estirdiği kin ve öfke rüzgarlarına teslim olmadan itidal üzere hareket edebilmek, ifrat ve tefrite düşmeden insanî sorumluluğu hakkıyla ifa etmeye çaba göstermek büyük bir erdem olsa gerektir.