Geçen haftaki yazımda ülkemizdeki hekim sayısıyla ilgili durumu tartışmıştım. Hekim sayısındaki yetersizlik kadar önemli bir sorun, hekim istihdamında ve dağılımındaki çarpıklıktır. Bunun başında da, plansız uzmanlaşma gelmektedir.
Her hekimin uzman olmasını gerekli gören toplumsal algı, tıp fakültesine başladıktan sonra tüm hekim adaylarının var gücüyle TUS’a hazırlanmalarıyla sonuçlanmıştır. Her meslek erbabından daha ağır ve uzun bir süre eğitim görerek diploma alan hekimler, elde ettiği toplumsal statüden mutlu olamamakta ve uzmanlık sınavını kazanmak hedefine kilitlenmektedir. Bulunduğu konumda kendini kalıcı görmeyen hekim, birinci basamakta hizmet üretmek için yeterince motive olamamakta ve sorumluluklarının gereğini tam olarak yerine getirememektedir. Bu durum, hekimin isteksizliği kadar; toplumun, ondan alması gereken hizmeti talep etmemesinden de kaynaklanmaktadır. Toplum, sağlık sorunları karşısında uzman hekimden hizmet almayı yeğlemekte; birinci basamağı, daha çok tansiyon ölçtürmek ve ilaç yazdırmak amacıyla kullanmaktadır. Bu durum bir taraftan birinci basamak hekimini işlevsiz hale getirip, mesleğini icra etmekten aldığı hazzı (mesleki doyum) azaltmakta, diğer taraftan da hastanelerin iş yükünü artırmaktadır.
Sağlık hizmetlerinin ağırlıklı olarak uzmanlar üzerinden verilmesinin bir başka sonucu ise, hastanın yönetilememesidir. Uzman hekim, hastayı bir bütün olarak görememekte ve sadece kendi uzmanlık alanıyla bağlantılı sorunuyla ilgilenmektedir. Hasta doktor doktor gezmekte, bir çok farklı hekimden reçete almaktadır. Hastanın bütününden kendisini sorumlu görüp, disiplinler arası koordinasyonu sağlayan bir hekimin (Aile Hekimi) kontrolünde olmayan hastanın, takip ve tedavisinde boşluklar ve çatışmalar yaşanmaktadır. Yine uzman hekim, genellikle tanı-tedavi-rehabilitasyon hizmeti vermekte ve koruyucu hekimlik hizmetleri aksamaktadır. Kuşkusuz bu ifadeler, “uzman hekime gerek yok” anlamına gelmez. Elbette sağlık hizmetlerinin sunumunda, uzman hekimlere de çok önemli roller düştüğü aşikardır. Ancak dağılım dengeli ve ülkenin gereksinimleriyle uyumlu olmalıdır. Peki ülkemizde durum nasıl?
Sağlık Bakanlığı ve YÖK’ün, mart 2008’te yayınladığı Türkiye Sağlık İnsangücü Durum Raporu’na göre, ülkemizde 30.662 meslektaşımız aktif pratisyen hekim olarak; 50.828 doktor ise aktif uzman hekim olarak çalışmaktadır. Raporda dikkati çeken çok ilginç bir nokta: beş yıl içinde tıp fakültelerinden mezun olan hekim sayısı çok az artarken (2001-2002:4755; 2006-2007:4899); aynı süre içerisinde TUS’ta açılan kadro sayısının belirgin şekilde artmasıdır (2001-2002:4438; 2006-2007:6386). Buna göre, son üç yılda, tıp fakültelerimizden mezun olan hekim sayısından daha fazla hekimi, uzmanlığa başlatmış bulunmaktayız. Uzmanlık eğitimi kadrolarındaki bu artış, daha çok YÖK’ten kaynaklanmaktadır. Son yıllarda, açılan yeni tıp fakültelerinde kurulan anabilim dallarının asistan talepleriyle, TUS kadroları giderek şişmektedir. Tıp fakültelerinin hastaneleri, eğitim araştırma hastaneleri olmaktan çok; üçüncü basamak kurumlar olarak sağlık hizmeti üretir haldedir. Bu, hem birinci ve ikinci basamakta istenilen düzeyde hizmet verilememesinden; hem de tıp fakültesi hastanelerine ve akademik personeline doğrudan aktarılamayan ekonomik kaynağın, döner sermaye yoluyla sağlanması politikasından kaynaklanmaktadır.
Bu sağlıklı bir tablo değildir. Mezun ettiğiniz hekimlerin tümünü –hatta tümünden fazlasını- uzman yaparak, bu ülkede doğru bir sağlık hizmeti veremezsiniz. Bu gidişle birinci basamak hizmetlerini veremez hale geleceğiz. Aile hekimliği uygulaması, bu sorunun çözümünde önemli ve işlevsel bir adımdır. Birinci basamakta hizmet veren hekimin toplumsal statüsünü; mesleki doyumunu; gelir düzeyini yükselten bir uygulamadır.
Sorunun önemli bir boyutu da, tıp fakültelerindeki sağlık hizmeti yükünün, ağırlıklı olarak asistanların üzerinde olmasıdır. Tıp fakültelerinin sayısı ve hizmet yükü arttıkça, asistan talepleri de artıyor. Asistan sayısını artırarak günü kurtarıyoruz, ama ülkenin sağlık dengelerini alt üst ediyoruz. Ondan sonra da hekim işsizliğinden söz ediyoruz. Bu bindiği dalı kesmek anlamına geliyor. Çünkü artan hızla uzman yetiştirirseniz, uzman hekim enflasyonu kaçınılmaz olur. Uzmanlık dernekleri ile hekim örgütlerinin, artık spekülatif söylemleri bırakıp, “ülkede hekim iş gücü, dağılımı ve istihdam politikaları” konusunda rasyonel planlamalar yapmalarının zamanı gelmiştir.
Olması gereken, tıp fakültelerinde uzman hekim çalıştırıp, hizmet yükünü asistanların üzerinden almaktır. Çünkü, asistanın görevi hizmet üretmek değil, eğitim almaktır. YÖK ve Sağlık Bakanlığı bu konuda birlikte çalışmalı ve tıp fakültelerinde, akademik kadroya geçiş yapmayan uzman hekim istihdam edilmesinin koşulları sağlanmalıdır. Bu şekilde plansız ve kontrolsüz uzmanlaşmanın önüne geçilebilir.