Dünyadaki köklü değişimler uzun süreç alan ancak paradigmal düzeydeki ciddi dönüşümler sonucu gerçekleşirler. İçinde yaşadığımız post modern dünya, Kopernik, Galileo, Bacon, Descartes ile başlayıp düşünce ve birçok farklı disiplini içine alan bilim adamlarının farklı düzeydeki katkıları ile mümkün olmuştur.
Kopernik’in katkıları bir devrim düzeyinde olup, o güne kadar geçerli bir açıklama biçimi olan Batlamyusçu kozmolojiyi ve Aristocu bakış açısını değiştirmiştir. Bacon, tümevarım ve tabiata olan vurgularıyla yeni epistemolojik zemin olan bilimin temellerini döşemeye başlamıştır. Hegel’in tabiriyle ilk modern insan olan Descartes da, o güne kadar kabul edilen anlayışlardan şüphe ile farklı bir epistemolojik ve ontolojik zemin inşa etmiştir. Bundan sonrası da düşünce ve bilim alanında sürekli araştırmalarla sağlanmıştır. Bugün de Batı demek, üniversite ve bilimde geniş tartışmaların devamı demektir.
Elbette modern zamanlara geçişte bilim ve düşünce alanındaki gelişmelere sermaye birikimi, merkantilizm, ticaret yolları, coğrafi keşifler vb. birçok farklı bileşenler eşlik etmiştir. Çünkü böyle bir gelişim tek boyutlu olmaz. Fakat bu yazının temel tezini de oluşturan şu cümleyi kurmalıyız: Düşünsel ve bilimsel inkişaflar, diğer bileşenlerin hem temeli hem de onlara süreklilik kazandıran unsurlardır. Buradan hareketle, Müslüman toplumların yeni bir dünya inşa edebilmeleri için ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel bir çok bileşeni ve dinamikleri eşzamanlı olarak harekete geçirmek gibi bir mecburiyeti olmakla birlikte, düşünce ve bilim diğer bileşenlere öncelenmesi gereken temelleri oluşturmaktadır. Bu bağlamda Müslüman toplumlar ve Türkiye’nin üzerinde ağırlıkla durması gereken şey düşünce ve bilim üzerinden üniversiteler ve akademik çalışmalardır.
Müslüman toplumlarda düşünce ve bilim alanında henüz yeteri kadar yol alınamamıştır. Bu, kimi imkansızlıklardan kaynaklandığı gibi, geçmişte bilim adına uygulanan monist yaklaşımların Müslüman toplumlarda yarattığı gerilimlerden de kaynaklanmaktadır. Geçmişte özellikle pozitivist yöntemlerin hakim olduğu dönemlerde, bilimin neredeyse teolojik bir kesinliğe denk geldiği varsayılmış, geçmişte dinin gördüğü işlev ona yüklenmeye çalışılmıştır. Ancak Karl Popper ve Thomas Kuhn gibi isimlerin tezleri, bilimi daha mütevazi sınırların içine çekmek konusunda katkıda bulunmuştur. Müslüman toplumlarda belki de bilime karşı kimi rezervleri geçmişteki bu tür pozitivist anlayışlar da beslemiştir. Fakat geçmişin yanlışlarını geride bırakarak, günümüzde özellikle bütün disiplinlerde bilimsel ve akademik tartışmalara hız verilmesinin gerekliliği ortadadır.
Bu bağlamda bilimsel faaliyetlerin yapıldığı en önemli kapsayıcı adresin akademi, yani üniversiteler olduğunu tekrar edelim. Öncelikle bilimsel, felsefi vb. araştırmaların üniversitelerle sınırlanmaması gerektiği görüşümüzü baştan ifade edelim. Dolayısıyla akademi kadar akademi dışından sivil bilimsel ve felsefi faaliyetleri önemsediğimizi belirtelim. Bu çerçevede akademik üretimlerde iki temel sorunu da dile getirmeliyiz. Birincisi, Üniversiteler başka bilme biçimlerinin de olduğunu kabul ederek; fakat kendi güzergahlarının düşünce ve bilim olduğunun farkındalığıyla hareket etmelidirler. Zira hakikat için çok farklı bilme biçimleri mümkündür. Bunu böyle ifade etmek bilimsel ve akademik bilgiyi değersizleştirmek değil, hakikati elde etme konusunda farklı bilme tarzlarının gerçekliğini de en geniş anlamda hesaba katmak demektir.
Bu konuda Paul Feyerabend önemli bir isimdir. Kendisi tek bilme tarzı olduğu iddiasına karşı çıkmakta, bu bağlamda üniversiteleri de eleştirmektedir. Hatta bu eleştirilerini sunması için Batılı üniversiteler onu seminer vermeye davet etmektedirler. Fanatikliği alınmış entelektüel tartışma böyle bir şey olsa gerek. Bizim üniversitelerimizin de “onaylanmış görüş”ler içerisinde tıkanıp kalmadan geniş tartışmaları cesaretle yapabilmeleri, herhalde iyi bir adım olacaktır.
Akademide görebildiğim ikinci önemli sorun, akademik yayınların daha çok titr almak üzere işlevselleşmesi, şekil şartlarını yerine getirmesi fakat söz gelimi, uzun soluklu temel sorunlarımıza odaklanmış bilimsel tartışmalar konusunda yeterli bir düzeyi yakalayamamasıdır. Hiç şüphesiz akademide son 40 yıl dikkate alındığında önemli gelişmeler vardır. Fakat sorun, akademide bir entelektüel tavrın genelleştirilememesidir. Entelektüel tavır, evvelen maaşlı bir bürokrat tavrından uzaklaşarak kendisini Türkiye’nin ve dünyanın sorunlarıyla ilgilenmekten mesul olma zihniyetini gerektirmektedir.
Bu bağlamda fanatik aydınlıktan, farklı ideoloji, siyaset ve dinsel görüşlere şerh düşme tavrından uzaklaşmış üniversite içi ve dışı bilim ve düşünce insanlarının sabırlı, ciddi çalışmalar yapma atılımını başlatmak gerekmektedir. Tek ihtiyacımız akademik özgürlüğü sağlanmış, kendi coğrafyasından başlayarak tüm dünya insanlarının sorumluluğunu yüklenmiş dertli bilim ve düşünce insanlarımız…
1 yorum
Hocam, kaleminize sağlık. Çok aydınlatıcı bir yazı.