Akademik Akıl’ın bu ay konusu “Akademisyenden Üniversite Öğrencisine Tavsiyeler” olunca ne tavsiye edebilirim ki diye düşündüm benden çok ileride olabileceklerini düşündüğüm gençlere. Onlar teknoloji ve iletim çağının çocuklarıydı, akıllı telefon ellerinde doğmuşlardı neredeyse. Olsa olsa 43 yıllık deneyimlerimi paylaşabilirdim. Akademisyen olarak en iyi bildiğim şey okumak ve yazmaktı. Onlara önerim ancak bu olurdu. Tema 8 Eylül’ün “Dünya Okuma Yazma Günü” olması ile örtüştü. Birkaç ay önce yazıp yayımlamadığım ve demlenmeye bıraktığım “Okuma, Yazma Hikayem” başlıklı makalemin bu özel gün ve konuyla uyuşması nedeniyle demini aldığını ve yayımlanmasının uygun olacağına karar vererek onu sizlerle paylaşıyorum.
Okuma, Yazma Hikayem
İlkokulda Türkçe kitaplarında okuduğum Ömer Seyfettin’in Kaşağı ve Falaka isimli hikayeleri ile başladı okuma merakım. Sistemli bir şekilde okuma ise sınıflarımızda bulunan küçücük sınıf kitaplığından alıp okuduğumuz hikaye kitapları ile oldu. Sınıf kitaplığından kitap alış verişini denetleyen ve çetele tutan “Kitaplık kolu ” vardı. İlkokulda sanırım görev ve sorumluluk bilinci aşılamak ve düzen sağlamak amacı ile “Temizlik kolu” “Kızılay kolu” Kitaplık kolu” “Trafik kolu” gibi kollar olurdu ve sözde bir seçimle öğrencilerden biri bu kollara seçilirdi. Sınıf öğretmeninin öğrencileri yönlendirdiği bu kollar kanımca biraz torpille seçilirdi, genelde subay veya astsubay çocukları ve memur çocukları olurdu bunlar, biz esnaf çocuklarına pek düşmezdi herhangi bir kol görevi. Ben bu kollardan birisi olmayı o kadar çok istemiştim ki bu uğurda hayatımın ilk yalanını söylemiştim aileme “Kızılay Kolu” na seçildim diye. Kol ile görevlendirilen öğrenciler sağ veya sol üst kollarına beyaz kumaş üzerine kırmızı renk iplikle kolun kısaltması veya amblemi işlendiği kol bantları takarlardı, futbolda kaptanların taktığı pazu bantları gibi. Çok havalı olurdu bu kol bantları ve beni çok cezbederdi. Evde Kızılay kolu oldum yalanını söyledikten sonra anneme ısrarla bir gecede kol bandını yaptırmış ve ertesi günü evden çıkarken bandımı koluma takmıştım. Okulda nasıl bir akran şiddetine uğrayacağımı tahmin edemediğim için kol bandını çıkarmadan sınıfa girdim, bandı gören arkadaşlar hemen benimle alay etmeye başladılar. Utancımdan yerin dibine girmiştim. Evde, gece yarısına kadar uykusuz kalıp kol bandımı işleyen anneme ne diyecektim. Sonra kendimce bir çözüm buldum evden bant koluma takılı olarak çıkıyor, sınıfa girmeden de bandı çıkarıp çantama koyuyordum. Yarı yıl tatiline kadar işi böyle idare ettim, sonra aileme kolların tatilden sonra yeni seçimle değişeceğini söyleyerek bu yalan ve işkenceden kurtulmuş oldum. İlkokulda okumayı özendiren bir uygulama okuyup özetini çıkardıktan sonra kitaplığa verdiğiniz kitapların çetelesinin tutulması ve birinci olanın bir hikaye kitabı ile ödüllendirilmesiydi. Kitaplığın kapısında asılı beyaz bir kağıda kitap okuyanın ismi ile okuduğu kitap sayısını gösteren bir çetelenin tutulması ve benimde en yüksek çeteleye sahip olmak için gösterdiğim gayret okuma alışkanlığımı daha da geliştirdi. Zamanla okuma eylemi keyife dönüştü. Ancak edebi anlamda ilk kitapla tanışmam ilkokulu bitirdiğim yaz tatilinde okuduğum Ömer Seyffettin’in Bomba isimli hikaye kitabı ile oldu. Bomba’nın içinde kitaba ismini veren “Bomba” haricinde 6-7 hikaye daha vardı. Beni en çok etkileyenler ise Bomba ve Nakarat’tı. Nakarat isimli hikayede Osmanlı subayının aşık olduğu karşı evdeki Bulgar kızı Rada’nın söylediği ve bana tekerleme gibi gelen “naş naş çarigrad naş” şarkısı ile anlamını bilmeden küçük kardeşlerimi korkuturdum. Millî bilinci yüksek olmayan, hızlıca yükselerek rahat bir hayat yaşamak üzere askerliği seçmiş olan Osmanlı subayı kendisine aşık olduğunu düşündüğü Rada’nın söylediği ve sözlerinin kendince anlamının ‘Seni çok seviyorum, seni çok seviyorum, Balkanlar’dan Şıka’dan, aşıp geldim sana” olduğunu sandığı şarkının gerçek anlamının “Bizim olacak, bizim olacak İstanbul bizim olacak” olduğunu öğrenmesi sonucunda, önceki şımarık ve sorumsuz kimliğinden sıyrılıp milli kimliğine uyanışı ile ironik bir şekilde güzel sonlanması hoşuma gitmişti. Bomba da ise sosyalist Boris’in komitacılara karşı çıktığı ve ailesi ile birlikte Amerika’ya göç etmek istediği için komitacılar tarafından kesilen başının siyah beze sarılıp karısı ve yaşlı babasına “ Bomba” diye verilmesi beni çok hüzünlendirmiş ve etkilemişti. Sonra yine Ömer Seyfettin den “Bahar ve Kelebekler” i okumaya başlamıştım. Ancak annemin isminden yola çıkarak bunun aşk kitabı olduğunu ve yaşıma uygun olmadığını söyleyip kitabı elimden alması sonucu bitirememiştim Bahar ve Kelebekleri.
Liseye başladığımda okudum Necati Cumali’nin Zeliş’ini (1959 da Tütün Zamanı, 1971 de tekrar basımı Zeliş). Ergenliğe henüz girdiğim o dönemde romandaki Zeliş ve Cemal’in naif aşkı beni çok etkilemiş ve romantikleştirmişti. Bende Zeliş’in kahramanlarına öykünerek benzer bir hikaye yazmaya başladım, bu aynı zamanda benim yazma serüvenimin başlangıcı oldu. Hikayeyi günlük 1-2 sayfa olarak tefrikalar halinde yazıyor ve sonrasında kardeşlerime okumaları için veriyordum, hikaye heyecanlı olmalı ki kardeşlerim okuldan gelir gelmez “abla yazdın mı, hadi ver okuyalım” yazmadıysam da “ ne olur hemen yazmaya başla” diye beni yüreklendirirlerdi. Ancak o yaşın verdiği yeterince odaklanamayış ve daha da önemlisi herhalde bu konuda bana yol gösterecek birinin olmayışı nedeniyle bitiremedim ilk hikayemi, isim verdim mi onu da hatırlamıyorum, saklamamış olmalıyım ki okul anısı olarak sakladığım eşyalar arasında daha sonra bulamadım. Tefrikadan bahsedince o yıllarda gazetelerde günlük olarak çıkan “Pehlivan Tefrikaları”ından bahsetmeden geçmek olmaz. Babam Tercüman gazetesi alırdı her gün eve. Beni yanına oturtur gazeteden seçtiği haber ve makaleleri okumamı isterdi. Kendisi Sarıkamış’ın sarıçamlarını gören camekanlı ön balkonumuzda, üzeri minder ve yastıkla döşeli, renkli ve desenli sedir örtüsü ile örtülmüş uzun sedirimize uzanır, ayak ayak üstüne atar, gözlerini hafifçe kısarak, güzel yüzüne çok yakışan tebessümü ile beni dinlerdi. Ben sedirin yanındaki tabureye oturarak istediği haberleri ve makaleleri sırasıyla okurdum. Okurken çok dikkatli okurdum yanlış yapmamak için. Babam için okumaları bitirdikten sonra sıra benim her gün merakla beklediğim Çolak Mümin Pehlivan öyküsünün o günkü bölümünü okumaya ve sonra da bulmacayı çözmeye gelirdi. Altmışlı ve yetmişli yılarda Murat Sertoğlu tarafından “eski bir pehlivan” imzası ile yayınlanan “Pehlivan Tefrikaları” bizim kuşaklara canlısını görmeden yağlı güreşleri sevdiren gazete yazılarıdır. Tefrikalarda yazı en heyecanlı yerinde kesilir, örneğin pehlivan kündeye gelecekse yazı orada kesilir okurda ertesi günü iple çekerdi sonucu öğrenmek için. Tefrikalar sadece pehlivanla sınırlı değildi, aşk ve tarih konusunda da tefrikalar olurdu ama onlar benim pek ilgimi çekmezdi. O yıllarda başlayan bulmaca çözme merakım artarak devam etti, halende ediyor; her gün kare bulmaca yanında elime geçen sudoku, kelime bulma ve sayı bulmacalarını mutlaka çözmeye çalışırım.
1960 ve 1970 lı yıllarda yani benim ilk, orta ve lise yıllarımda günlük gazete dışında tek yayın organı olan radyo evdeki tek eğlencemizdi. Altı büyük pille çalışan Grundig marka transistörlü radyomuz kış aylarında oturduğumuz kuzine sobasının yandığı dikdörtgen şeklindeki küçük oturma odamızda mavi boyalı, içinde misafirlik bardak fincan ve tabakların bulunduğu küçük camlı dolabın (büfe değil çok daha mütevazı iki cam kapağı yanlara doğru açılan tahta bir dolaptı) üstünde dururdu. Akşam saat yedide “Ajans” (haberler) başlar, babam mutlaka onu dinlerdi. Sabahları onda ise “arkası yarın” başlardı. Annem ve biz üç kız kardeş hiç kaçırmazdık arkası yarınları. Okulda ikili öğretim olduğundan ve bende tüm öğrenim hayatım boyunca hep öğlenci olduğumdan arkası yarınları rahat dinlerdim. Arkası yarınlar tıpkı gazetelerin tefrikası gibiydi. Eserler genellikle Türk yazarların roman ve hikayelerinden seçilmekle birlikte bazen de yabancı klasik eserlerden seçildiği de olurdu. Arkası yarını gözlerim kapalı dinlerken sahneyi, oyuncuları, kostümlerini hayalimde canlandırırdım. Benzer şekilde haftada bir gün Çarşamba akşamları saat dokuzda yayınlanan “radyo tiyatrosu” nu sanki sahnede izliyormuşum gibi gözleri kapalı dinlerdim. Hem arkası yarın hem de radyo tiyatrosunda efekt ve seslendirmeler o kadar mükemmeldi ki onları sahnede izliyor gibi hissederdiniz kendinizi.
Sosyal hayatta olmazsa olmazımız sinemaydı. İnönü Caddesinin Hükümet konağına yakın son ucunda kocaman dışı kabartmalarla süslü sarı boyalı, içi geniş ve ferah, tavanı oldukça yüksek, kocaman bir sahnesi ve tahminen 500 kişi kapasitesi olan mor kadife perdeli Ruslar’dan kalma tarihi bir sineması vardı güzel ilçem Sarıkamış’ın. Yıllar, yıllar sonra camiye çevrildiğini gördüm içimi hüzün kapladı, gözlerimin önünden orada izlediğim, yaşıtımız çocuk oyuncu Zeynep Değirmencioğlu’nun Ayşecik film serisi, yine bir çocuk oyuncu olan Parla Şenol filmleri, Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın filmleri, turneye çıkan devlet tiyatrosu oyunları ve okul müsamereleri geçti. Görkeminden eser kalmamıştı sinemanın. Sinemada hangi filmlerin oynayacağı veya oynadığı ellerinde megafonla mahallelerde dolaşıp filmlerin ve başrol oyuncularının isimlerini duyuran çığırtkanlardan öğrenilirdi. Sonraları sinemanın dört yoncası olarak adlandırılan Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın’ın değişik pozlarının renkli küçük fotoğrafları kare şeklinde çikletlerin içinden çıkardı. Ben Türkan Şoray, iki küçük kız kardeşimde Hülya Koçyiğit hayranı olduğu için onların fotoğraflarını biriktirir, bir nevi koleksiyon yapardık.
Okul müsamereleri hem biz öğrencilerin hem de Sarıkamış halkının sosyal hayatının önemli bir parçasıydı o yıllarda. Şimdi okullarda yapılıyor mu okul müsamereleri bilmiyorum ama kızım okula gittiğinde tanık olmadım. İlkokul, ortaokul ve lisede ikinci yarıyıl bittiğinde içinde şiir okuma, monolog, koro, solist, halk oyunu, dans ve piyeslerin yer aldığı gösterilerdi okul müsamereleri. Müsamerede herhangi bir görev veya rolünün olması öğrenciler için bir övünç kaynağıydı. Sarıkamış’ta o yıllarda beş ilkokul, bir ortaokul ve bir lise vardı. İlkokullarda yapılan müsamerelerde okullar adeta birbiri ile yarışırdı en güzel en görkemli ve en çok beğenilen müsamereyi yapmak için. Piyesler bir veya iki perdelik olurdu. Klasiklerden seçilirdi eserler. Lise de iken Ankara Devlet Tiyatrosu turnesi kapsamında Sarıkamış’ta Ayyar Hamza sahnelenmişti. Ayyar Hamza Direktör Ali Bey’in Moliere’in bir eserinden Türkçe’ye adapte ettiği bir oyundu. İki zengin ailenin daha da zengin olmak için oğullarını zengin aile kızları ile evlendirmek istemelerine karşı oğullarının sevdikleri kızlarla evlenmek istemeleri ve bu konuda kendilerine yardım eden kurnaz uşak Ayyar Hamza’nın hikayesini anlatıyordu oyun ve benim de hayatımda ilk seyrettiğim tiyatro oyunuydu. Sahne, kostümler, dekor ve oyuncular o kadar görkemli ve doğaldı ki bende sahneye çıkıp oyuna katılasım gelmişti, radyo tiyatrosu ile başlayan tiyatro merakım daha da perçinlemişti. Moliere’in Cimrisini okuduğum için oyun tanıdık gelmişti ve Cimri’yi biz tiyatro kolu öğrencileri yıl sonu müsameresinde oynamayı planlamıştık. Ama oyunun içine girince ne kadar zor ve uzun olduğunu görmüş bizden bir yazarın oyununu, Cahit Atay’ın Pusuda’sını oynamaya karar vermiştik. 1961 tarihinde yazılan, ağa-köylü-aydın üçlüsünün sorunlarının işleyen mizah ve hüznün bir arada işlendiği tek perdelik bir oyundu Pusuda. Altmışlı yıllarda Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından oynanan, 1977 de televizyona uyarlanan oyunda kasabanın okumuş yazmış delikanlısı Yaşar şehirden kasabasına dönmektedir. Kasabanın ağası Yılanlıoğlu Yaşar’ın sevdiği kıza göz koyduğu için bu dönüşe memnun olmamış ve saf bir kasabalı maraba olan Dursun’un pusu kurarak Yaşar’ı öldürmesini planlamıştır. Ancak olaylar Yılanlıoğlu’nun istediği gibi gitmez, pusuda bekleyen Dursun’un silahı ters teper ve Yılanlıoğlu ölür. 1960 yılların en çok oynanan oyunu olan Pusuda’nın konusu birçok yazara ilham vererek köy sorunlarına eğilen kitaplar yazmalarına vesile olmuştur.
Okuma serüvenim Sarıkamış’ta halk kütüphanesi açılması ve eşini genç yaşta kaybeden ablamın kütüphaneye memur olması ile ev ve okuldan kütüphaneye taşınmış oldu. Ortaokul ikiden itibaren liseden mezun oluncaya kadar Halk Kütüphanesinde mevcut Türk ve Rus klasiklerinin önemli bir bölümünü okudum. Bu yıllarda benim okuma merakımı gören annemin amca kızının oğlu, Atatürk Üniversitesi Edebiyat bölümünden mezun Fevzi Abi bana kitap önerileri yaparak, kitap hediye ederek okuma merakıma katkıda bulundu. Lise ikide Fen bölümünü seçmem, esasen fen dersleri ve matematiğimin hep pekiyi düzeyde olması her konuda kitap, dergi, gazete ne bulursam okumama engel değildi. Okumayı ve yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyordum. Bu sevgim hala devam etmekte. Her gün takvim yapraklarını okuyarak güne başlamak bana ayrı bir sevinç ve yaşama heyecanı verir. Her yılbaşında ailemden gelen bir alışkanlıkla günlük değişik konularda bilgiler veren koparmalı sayfaları olan Saatli Maarif Takvimi, Ülkü Takvimi, Aziz Nesin Takvimi gibi duvara asılan takvimlerden en az iki tane alırım. Bu alışveriş benim için yeni yılın en değerli ve değişmez geleneğidir. Takvim yapraklarını okurken hoşuma giden bilgi, atasözü, şiir, önemli düşünür ve yazarların özlü sözleri veya deyimlerini not alırım. Takvim sayfalarında gün ve gece uzunluğu, günlerin ne kadar uzayıp kısaldığı, yemek listesi, o gün doğacak çocuklara isim önerileri, önemli dini ve milli günler, halen kullandığımız miladi takvimin karşılığı Hicri ve Rumi takvim yılı ve ayların isimleri, büyükannelerim, dedelerim ve ebeveynlerim eski hesapta bugün hava şöyle olacak diye ifade ettikleri geleneksel meteorolojik bilgiler yer alır. Takvimde bu eski hesap meteoroloji bilgilerini okumak aile büyüklerimi yad etmeme vesile olur. Takvim yapraklarından sonra bir gün önceki gazeteyi ayrıntısı ile okurum. Genelde biri oturma odasında diğeri yatak odamda olan iki kitap okuyarak günlük okuma hikayem devam eder gider.
Ortaokuldan mezun olduğum yıl halk kütüphanesinde okudum Bin Bir Gece Masalları’nı. Tıpkı gazetedeki tefrikalar, radyodaki arkası yarınlar gibi heyecanlıydı. Her gün öğleden sonra kütüphaneye gidip akşam kapanma saati olan beşe kadar okuyor ertesi günü iple çekiyordum. Bin bir Gece Masalları M.S 8. Yüzyılda, dünyanın önemli kültürel merkezlerinden biri; İran, Çin, Hindistan, Afrika ve Avrupa’dan gelen tüccarlar ile dolup taşan Bağdat’ta anonim halk hikayeleri olarak ortaya çıkmıştır, Sözle aktarılan bu hikâyeler sonunda Bin Bir Gece Masalları olarak tek bir eserde derlenmiştir. Bin bir Gece Masallarının ana çerçevesi, Vezir’in kızı Şehrazad ile Pers Şehinşahı (şahlar şahı) Şehriyar arasında geçen ve bin bir gece süren masal anlatma yolculuğudur. Efsaneye göre Şehriyar, eşi kendisini aldatınca tüm kadınlardan intikam almaya karar verir. Her gün bir bakire kız ile evlenir ve beraber oldukları gecenin sabahı kızın kafasını vurdurur. Vezir’in kızı Şehrazad babasının tüm itirazlarına rağmen Şehriyar ile evlenmeye razı olur. Evlendikleri gece çok sevdiği kız kardeşine veda etmek için Şehriyar’dan izin ister. Bu veda esnasında kız kardeşine bir masal anlatır. Masalı yattığı yerden dinleyen Şehriyar, Şehrazad’dan kendisine de bir masal anlatmasını ister, gece yarısında Şehrazad vakit kalmadığını söyleyerek, masalın tamamlamasını ertesi güne aktarır. Diğer gece aynısını, farklı bir masal ile yapar, o bitince bir masal daha… Bu durum bin bir gece devam eder. Şehrazad, Şehriyar’ı masalları ile eğitir, erdemli ve iyi kalpli bir insan olmasını sağlar. 1001. gecede masalı kalmadığını söyler ve o sırada Şehrazad, Şehriyarı sevdiğini ve ona güvendiğini anlar. Şehrazad ölümden Şehriyar da kötü biri olmaktan kurtulur. On beş yaşımda ben, hem heyecanlı hem romantik 1001 gece süren bu aşk masalını bitirdiğimde kerevete çıkmış gibi, yani onların sevinçleri ve mutlukları ile bende sevinç ve mutlulukla dolu hissetmiştim kendimi.
Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanında kendisini öğretmenliğe adamış bu nedenle Anadolu’da şehir şehir dolaşan Feride öğretmen Lise yıllarında rol model olmuştu bana. İpek Çalışlar’ın deyişi ile “biyografisine sığmayan kadın” Halide Edip Adıvar’ın ünlü romanı Sinekli Bakkal’dan çok etkilenmiş ve birden fazla kez okumuştum.
Üniversiteye başladığımda okuma alışkanlığı devam etti. Doğrusu bu yıllarda aileme yazdığım mektuplar dışında herhangi bir şey yazma deneyimim olmadı, derslerde tuttuğum ve bütün arkadaşlarımın ders çalışmak için almak istedikleri ders notları dışında. Tıp Fakültesinde derslerin yoğunluğu ve benimde sınıfımı ikmale kalmadan başarı ile geçme arzum daha çok derslerime ağırlık vermeme yol açtı. Bu durum birazda ikmale kalarak yaz tatilimi Sarıkamış’ta geçirmek yerine ders çalışarak ve tatilimi bölerek geçirmek istemediğimden kaynaklanıyordu. Altı yıllık üniversite öğrenimim süresince daha çok klasik Türk, Fransız ve Rus eserlerini okudum. Sebahattin Ali’den Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf; Yaşar Kemal’in dört ciltlik İnce Memed’i; Orhan Kemal’den Cemile ve El Kızı; Kemal Bilbaşar’dan Cemo; Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti; Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi ve Fikrimin İnce Gülü; Dostoyevski’den Ana; Turgenyev’den Babalar ve Oğullar; Balzac’ın Notre Dame’ın Kamburu; Victor Hugo’nun Sefiller’i; Tolstoy’dan Sulh ve Ceza; Balzac’tan Vadideki Zambak; Emile Zola’dan Germinal; Albert Camus’un Veba’sı; Jack London’un Beyaz Dişi; John Steinbeck’in Gazap Üzümleri ben de iz bırakanlar. O dönemde sinema ve tiyatroya gitmek üniversite öğrencileri için olmazsa olmazlardandı. O dönemde seyrettiğim iki film, Gündüz Güzeli (Fransızca’sı Belle de Jour, başrolde Catherine Deneuve) ve Dersu Uzala (Japon Yönetmen Akiro Kurosawa’nın Oscar ödüllü filmi) beni en çok etkileyen filmler olmuştur. Hele Dersi Uzala’ daki Dersu karakteri doğaya saygısı, iyi kalpliliği ve bilgeliği ile hiç unutamadığım bir karakter olarak belleğimde yer etmiştir. Yetmişli yıllarda Ankara’da, Ankara sanat Tiyatrosu (AST) oyunlarını seyretmek üniversite gençliğinin vazgeçilmez aktivitesi idi. Hem üniversite son sınıfta hem de mezun olduktan sonra AST da seyrettiğim başrollerinde Şener Şen’in oynadığı Zengin Mutfağı; Kerim Afşar’ın oynadığı Galileo Galilei ve Bir Ceza Avukatının Anıları; Büyük Tiyatro’da izlediğim Bertolt Brecht’in Arturo Ui’ nin Önlenebilir Yükselişi, Kent oyuncularının ve Devekuşu Kabare’nin Ankara turnesinde oynadıkları sırasıyla Vanya Dayı ve İnsanlığın Lüzumu Yok belleğimde kalanlardan.
Üniversiteden mezun olduktan sonra yıllarca okuma yazma deneyimi çoğunlukla Tıp alanında ve akademik kariyer ile ilgili olmuştur. Düzenli günlük gazete, haftalık mizah dergileri, tıp dışı kitap okuma alışkanlığı devam etmekle beraber zamanımın çoğunu mesleğim olan doktorlukla ilgili kitap ve makale okuma ve yazma almıştır bu yıllarda. Ahmet Ümit, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Ahmet Altan, Ayşe Kulin hemen tüm eserlerini okuduğum yazarlardır. Akademik kariyeri tamamlayıp üniversitede öğretim üyesi olarak görev yaparken tekrar depreşti tıp dışında bir şeyler yazma arzusu. Önce evden uzakta başka bir şehirde çalışmam ve kızımın yurt dışında olmasının verdiği hasret ve özlemle küçük notlar ve şiirimsi satırlar karalamaya başladım. Sonra ilk kedimiz Üzümü kaybedişin üzüntüsünü ona adadığım bir ağıt metinle dile getirdim. Üniversiteden emekli olup Ankara’ya evime döndükten sonra, bir yandan özel hastanede çalışırken bir yandan da Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi gençlerin eğitime katkı yapmayı misyon edinmiş sivil toplum örgütlerinde çalışmaya başladım. Bu dönemde Ankara Tabip Odası’nın 14 Mart Tıp Bayramı etkinlikleri kapsamında yaptığı öykü yarışması için ilk amaçlı öyküm olan “Babamın Hırsızı” nı; daha sonrada ADD’ nin düzenlediği bir öykü ve bir mekuplaşma aktivitesi için sırası ile “ Kumkumun Hikayesi’ni ve “Babama mektup” u kaleme aldım. Bu yazılar etkinliklerde okuma dışında herhangi bir derece veya ödül kazanmadı ama beni yazma konusunda cesaretlendirdi. Sonrasında özel günler için daha çok da çocukluğum ve gençlik dönemimde yaşadıklarımla ilgili yazılar yazmaya başladım. COVID-19 pandemisi başlangıcında hastalığı geçirerek aktif doktorluk yapmayı dondurduğum günlerden itibaren daha sistemli olarak farklı konular üzerinde görüş ve düşüncelerimi yazmaya devam ediyorum.
Okuma yazma hikayemi burada sonlandırırken üniversite öğrencilerine iki tavsiyede daha bulunmak isterim. İlki ne iş yaparsanız yapın, sol memeniz altındaki cevahirde hissederek yapın; ikincisi de, bu işten ne kadar çok para kazanırım diye değil dünyaya ve insanlığa ne kadar yararım olur diye düşünerek yapın.
Unutmayın, okuma zevkini kazanmayanın öğrenimi yarıda kalmıştır. Ve okuma ihtiyacı barut gibidir, bir kere tutuşunca artık sönmez.
2 yorum
Muhteşem…. çocukluğumun, gençliğimin bir özeti gibi oldu. Yüreğinize sağlık değerli hemşehrim, değerli hocam. Okumak bizim o dönemlerde kazandığımız en büyük değer. Benzer duyguları ve eylemleri yaşamış olmamıza ise hayretler içinde kaldım. Güzel coğrafyamizin ortak izleri. Emeğinize ömrünüze sağlık. Saygılar
Çok teşekkür ederim okuduğunuz, beğendiğiniz ve yorumladığınız için…….