Hekimler başta olmak üzere, sağlık mensuplarına karşı yapılan şiddet gündemdeki yerini daima koruyor. Her gün yeni bir şiddet haberi ile sarsılıyoruz. Ancak haberleri izlediğimiz zaman aslında toplumda yaygın bir şiddet dalgası olduğunu da görüyoruz. Yine çok gündemde olan kadınlara yönelik şiddet, çocuklara yönelik şiddet, cinsel şiddet, hayvanlara uygulanan şiddet, trafikte, okulda, pazarda şiddet, ekonomide şiddet, sıklıkla karşılaştığımız duygusal şiddet… Uluslararası arenada ise savaşlar, göçler, korku, panik, elem, ıstırap, çaresizlik ve ölüm kol geziyor.
Şiddet konusu gündeme geldiğinde ilk akla gelen önlem, cezai yaptırımların artırılması oluyor. Cezai yaptırımlardan kasıt da genellikle para cezası veya hapis cezası oluyor ki, Ceza İnfaz Kanunu’na göre de çoğu cezanın ya açıklanması erteleniyor, ya da ceza erteleniyor. Dolayısıyla, yaptırımın gücü pek fazla ortaya çıkmadığı için şiddet olaylarında da pek fazla bir azalma gözlenmiyor. Bu kişilere belirli bir süre sağlık hizmetinin verilmemesi, sigorta primlerinin artırılması veya diğer bazı kamu haklarından yararlanmalarının kısıtlanması vb. gibi başka önlemler de konuşuluyor. Biraz daha farklı düşünenler ise “eğitim şart… “ diye başlayan cümleler kurarak konuyu yetersiz eğitime bağlıyorlar. Ancak eğitimden kastın ne olduğu, neyin eğitiminin ne zaman kime nasıl verileceği konusu ise belirsiz. Bu konuda herkes farklı düşünebiliyor.
İnsanlık uzun yüzyıllar boyunca kölelik düzenini yaşadı. Değişik statülere göre (derinin rengi, cinsiyet, mensup olduğu aile, kabile, kast vb) insanın insana, güçlünün güçsüze tahakkümü devam etti. Dinler, “yoldan çıkmış” insanları yola getirmeye çalıştı ancak yoldan çıkanlar her zaman var oldu. Fransız Devrimi’nden sonra ise Batı dünyasında insanın özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği ön plana çıkmaya başladı. Böylece yalnızca “insan” olmak en büyük değer haline gelmeye başladı. Hümanizm akımı, insanın en yüce değer olduğunu öne sürerek her türlü özgürlüğün önünü açtı. Esaretten kurtulan insan “kendinin farkına vardı”. Bu kurtuluş elbette alkışlanacak bir durumdu ve son 2 yüzyıllık dönemde sağlanan ilerlemelerin temelini oluşturdu. Tabii ki her kişinin özgürlüğü, bir başkasının özgürlüğünün başladığı yere kadardı. Ancak günümüze geldiğimizde bu özgürlükler farklı bir şiddet akımının doğmasına yol açtı.
Günümüzde özgürlüğün sınırlarının aşılmak istendiğini ve hatta aşıldığını görüyoruz. Özgürlüğünün sınırlı olmadığını düşünmeye başlayan insan adeta kendini tanrılaştırmakta, dolayısıyla kendisi “çok önemli birisi” olduğu için her istediğini yapabileceğini, diğer insanların da “kendisine tabi olması” gerektiğini, istediği her şeyi hemen elde etmesinin kendisinin “doğal hakkı” olduğuna inanmaya başlamakta, buna karşı çıkanlara karşı şiddet uygulamakta bir beis görmemektedir. O’na göre “Tüm insanlar eşittir, ama bazı insanlar daha çok eşittir!” Dünyadaki mevcut ekonomik düzen, bu eğilimi körükleyen ve sağlamlaştıran en önemli unsurlardan birisidir. Televizyonlarda yüzlercesini izlediğimiz yarışma programları bile arkadaşının ayıbı arama, her ne pahasına olursa olsun onun önüne geçme ve onu adeta “ortadan kaldırmaya” veya “satmaya” yöneliktir. İlkokuldan üniversiteye kadar uyguladığımız sert rekabetçi sınav sistemini bir de bu gözle yeniden değerlendirmekte fayda yok mudur? Dolayısıyla, bir “tanrı” hastaneye geldiği zaman önce kendisine veya kendi hastasına bakılmasını istemesi çok doğaldır. Kendisine saatlerce zaman ayrılıp başkalarına zaman ayrılmaması en büyük hakkıdır. Çünkü o bir “tanrıdır” ve hekimler de onun “kuludur.” Böyle olmasa bile hekimin “parasını o veriyordur ve hekim de onun dediklerini tutmak zorundadır!” Yani tam bir patron-amele ilişkisi. Sözünü tutmayan (!) kadına istediği her türlü muameleyi yapması veya kalabalık trafikte emniyet şeridini ihlal ederek herkesin önüne geçmesi herhangi bir sorun teşkil etmemektedir. Ötekine karşı duyarsızlık ve haz kültürü temeldir. Bunlara uymayan kişileri (yani “kullarını”) cezalandırması, azarlaması, tehdit etmesi, hakaret etmesi, hatta fiziksel şiddet uygulaması normaldir. Yani insan insanın “kurdu” olmuştur. Paradoksal olarak “insan” geliştikçe “insanlık” önemini kaybetmiştir. Bu tip şiddet örnekleri daha da çoğaltılabilir, ancak hepsinin temelindeki temel dürtü değişmez. Yukarıdaki soruyu burada tekrar soracak olursak; eğitim kime, nasıl, ne zaman, ne eğitimi verilecektir?
Birçok kişilik eğitiminde kişinin kendine güvenmesi, kendi isteklerini ön plana alması, kendi istediği gibi yaşaması vb. gibi kavramlar ana ilkeler olarak gösterilmekte ve kişiler buna göre yönlendirilmektedir. Kişinin hiç kimseye tabi olmaması, kendi aklını ve gücünü kullanması ve kendi dünyasını kendisinin kurması tabii ki istenen bir durumdur ancak böylece bir yandan da kişinin “tanrılaştırılması” kontrolsüz ve bilinçsiz bir şekilde uyarılmakta, çabuklaştırılmakta ve onanmaktadır. Eğitimde ilk planda çocukluktan başlayarak diğer kişilere –ve canlılara- saygı duymayı, sevmeyi, kavga etmeden tartışabilmeyi, sabırlı ve soğukkanlı olmayı, nazik olmayı, tevekkül sahibi olmayı, diğer insanların haklarını gözetmeyi, yerine göre fedakarlık yapmayı, gerektiğinde “kendinden verebilmeyi”, adil olmayı ve empati yapmayı öğretmek gerekmektedir. Bilginin ve emeğin değeri ve önemi mutlaka vurgulanmalıdır. “Kötülük” ve “iyilik” kavramları doğru bir şekilde öğretilmeli, “nefret” ve “kindarlık” her düzlemde lanetlenmelidir. Zira kötülük ve nefret dili “bulaşıcıdır” ve koronavirüsten daha büyük “pandemiler” yapar!
“Başarı” nın kriterleri tekrar tanımlanmalıdır. En önde olmak, çok para kazanmak, daha lüks yaşamak, daha çok performans puanı yapmak, daha çok yayın yapmak, kariyerinde her ne pahasına olursa olsun bir üst basamağa çıkmak… Bunları gerçekleştirmek için başkalarını ekarte etmek hedefinden ve “yarışmacı” zihniyetten ve “mükemmeliyetçilikten” vazgeçilmesi gerekmektedir. Bu yaklaşım, asla “kaderci” veya bulduğuyla yetinip daha iyisinden vazgeçmeyi öğütleyen veya mükemmelliği anlamsız ve gereksiz gören pasifist bir yaklaşım değildir ve gerçek anlamda liyakatin değerlendirilmesi ile başarının sağlanması elbette ki mümkündür. Kaldı ki, başarılı her insanın şiddete başvurduğu veya şiddete eğilimli olduğu da söylenemez. Şiddetin kıyısından bile geçmeyerek erdemli bir hayat sürdüren ve tüm topluma örnek olan binlerce örnek insan elbette vardır. Onlar zaten konumuzun dışındadır ve her türlü takdiri hak etmektedirler. Genel anlamda yapılması gereken ise çalışma azminin ödüllendirildiği, hayata anlam katan erdemlerin ise öncelendiği bir yaklaşımdır. Bu erdemleri karşılayacak ve içine alacak, hayatın tüm evrelerinde bunlarla yaşamayı öğretecek bir eğitim sistemi kuramadığımız ve çok küçük yaşlardan itibaren çocuklarımıza öğretmediğimiz takdirde, korkarım ki çok uzun yıllar daha sağlıkta ve toplumda şiddeti konuşmaya ve hangi cezaların daha caydırıcı olduğunu –boş yere- tartışmaya devam ederiz. “Nefsimizin tanrısını” yok etmeden “şiddet tanrısından” kurtulmak boş bir hayalden ibarettir.
2 yorum
Hekim hasta arasındaki rol değişimini çok güzel anlatan bir yazı olmuş 👏👏
Kutlarım…