Sigorta konusunda genellikle iki yaklaşım tarzı mevcuttur. Birincisi, İbn Âbidinle başlayan, Bahit, Musa Kazım, Mustafa Sabri Efendi, Cüveycâtî ve Ebû Zehra ile devam eden gelenekçi yaklaşımdır. İkincisi ise M. Abduh’la başlayan Zerka ile devam eden çağcıl yaklaşımlardır. Günümüzde de sigorta hakkında görüş beyan edenler genelde bu iki yaklaşımın uzantısı mahiyetindedir. Bu iki ekol tarafından sigorta konusu bir tür gelenekçi ve çağcıl yaklaşımlar şeklinde vücut bulan bu anlayışların devamı 1950’lerden bu yana daha sıkça görülmektedir. Sigorta konusu, gerek bireysel ve gerekse kurumsal bazda ele alınmış; ticâri sigorta konusunda genelde aynı nedenlerle benzer görüşler ve tavsiye kararları çıkmıştır. Sonuçta ticârî sigortalar, satım sözleşmesine kıyasla fâiz vasfı taşıdığı gerekçesiyle uygun görülmemiştir.
* Sigorta sözleşmesi, satım sözleşmesine kıyaslanınca, bu sözleşmede, akdin konusunun maddi olmayan değerlerin olup olamayacağı tartışmalarının yanında, karşılıklı bedellerin ne olduğu, edimler arası belirsizlik, bir taraf lehine haksız kazanca sebebiyet verildiği gerekçesiyle bahsi geçen tartışmalar başlamıştır. Bu durumda tabii olarak iradi bir sözleşmede karşılıklı ivaz değişiminden hareketle, bedellerde denklik ve karşılıklı bedellerin ne olduğu sorusuna cevap aranmıştır. Buna göre, sigorta sözleşmesinde taraflardan biri olan sigortalı, belirlenmiş ve ölçülmüş rizikolara karşı, adeta müşteri sıfatıyla sigorta güvencesi satın almaktadır. Bu sözleşme ile sigortalı, rizikodan önce güven aldığı, sonra ise sigorta bedeli alacağı bir tür ticâret yapmaktadır.
* Sigortacı şirket ise prime karşılık, risk satın almakta ve güvence satmaktadır. Bu ticarette her iki taraf için de karşılıklı taahhüt ve menfaatler söz konusudur. Sigorta sözleşmesi satım sözleşmesine kıyaslanınca, burada esas problem, tazmin sorumluluğunun veya sigorta güvencesinin (menfaatin) bir bedel karşılığında sözleşmeye konu olup olamayacağıdır.
* Görüldüğü gibi, sigorta, satım sözleşmesine kıyaslandığı için satım sözleşmesinin şartları bu sözleşmede de aranmıştır. Sigorta sözleşmesindeki teminat da (güven, sigorta himayesi) hukuken korunan bir menfaattir. Menfaatler ise mülkiyet hakkını doğurur. Gerçek veya tüzel kişiler hukuken korunan bu menfaat üzerinde sözleşme ile tasarrufta bulunabilirler.
* Görüldüğü gibi karşılıklı menfaatin sigortaya konu olup olamayacağı tartışmaları, aynı olmayan güvenin, hissî, psikolojik ve soyut bir kavram olmasından kaynaklandığını sanıyoruz.
& OYSA SİGORTANIN ODAK NOKTASINI, İSLAMDAKİ KARDEŞLİK İLKESİ OLUŞTURUR.
* Genel olarak bu görüş ayrılıklarının gerekçesine bakıldığında; bu durumun, fâkihlerin mal ve mülk kavramları konusundaki görüş farklılıklarından kaynaklandığı söylenebilir. Kanaatimizce sigorta sözleşmesini, satım sözleşmesine kıyaslamak doğru değildir. Her iki sözleşme, hem yapıları hem de mahiyetleri itibariyle birbirinden farklıdır.
* İslâm hukuk bilginlerinden geleneksel yaklaşımcıları, ivazlı ticârî sigortaya karşılık, yardımlaşma sigortasını alternatif bir yol olarak öne sürmekte ve sigorta ettirenin böyle bir sigortaya katılma işlemini teberru karakterli bir sözleşme olarak değerlendirmektedirler. Bu sebeple de burada ribâ ve garardan bahsedilemeyeceği kanaatindedirler. Bu tür sigortada, sigortayı yaptıran şahıslardan ayrı kârını düşünen bir sigortacı olmadığından ve bu sigortaya katılan kişilerin belirli bir miktar teberruda bulunmayı taahhüt ve vaat etmesinden dolayı bu görüş fıkıh akademileri tarafından da kabul görmüştür.
* Ancak yardımlaşma sigortasını böyle düşünmek, bu sigorta sistemini basite indirgemekle bir gerçek dikkatlerden kaçırılmaktadır. Zira bu tür bir sigortaya katılan kişide temel düşünce teberru niyeti değil, tehlikelerin zararından korunmaktır. Gerçekten de niyetlere bakmadan sırf maddî verilerden hareket ettiğimizde de bu tür sigortada ödenen iştirak paylarının, zararın telafisi için yani zarara uğrayan sigortalının elde edeceği bir hak karşılığında olduğunu görürüz. O halde yardımlaşma sigortası da aslında özü itibariyle ticârî sigortadan farksız (ivazlı (=muâvazalı) bir sözleşmedir. Bu sebeple hakim fıkhî düşünceye göre ticârî sigorta ile aynı hükmü taşıyor olması gerekmektedir.
* Ancak ticârî sigortayı câiz görmeyip, sadece yardımlaşma sigortasına cevaz verenlerin bir kısmı bu problemi fark etmiş gibi görünüyor. Zira bu hukuk bilginleri, yardımlaşma sigortasında iştiraklerin sahiplerinin ortak mülkiyetinde kalıp, ticârî sigortadakinin aksine üçüncü bir şahsa intikal etmediğini öne sürerek iki sigorta tipi arasındaki farkı açmaya çalışmaktadırlar. Fakat iştirak paylarının iştirakçilerin mülkiyetinde kaldığı iddiası ki, (bu iddia doğru değildir) yardımlaşma sigortasının ivazlı karakterini değiştirmez. Zira her iştirakçi, diğer iştirakçilerden herhangi birine isabet eden rizikonun zararını karşılamak üzere payına düşen miktarı vermeyi taahhüt etmiştir. Ancak bu taahhüdü kendisine isabet eden bir rizikonun zararının da diğer iştirakçilerin katkısıyla karşılanması konusunda elde ettiği bir hak karşılığında yapmaktadır. Bu sebeple bütün iştirakçiler arasında, karşılıklı bir borç ilişkisi söz konusudur. İvaz ve teberru sözleşmeleri arasındaki temel fark, ivazlı sözleşmeler başlangıçta işlemi yapanın karşıdakini değil de kendini dikkate almasıdır. Teberruda ise işlem yapılırken kişi başkasının faydası için bunu yapar. O halde, iki sigorta türü arasında bu açıdan da bir fark yoktur ve gösterilmeye çalışılan farklar da görünüştedir. Genellikle karşılıklı sigortada, daha çok mahdut sayıda kişilerin bir araya gelmesiyle kurulan bir yardımlaşma tekniği ile tehlikelerin zararlarından korunmak gayesi bulunmaktadır. Ancak ortakların sayısı artıp birbirlerini tanımayacak duruma gelmesi, farklı risk branşlarının ortaya çıkması nedeniyle sabit primli sigorta ortaya çıkmıştır. Bu yüzden sigortalılar arasındaki yardımlaşmayı kurumsal bazda organize edecek şirket yönetimine de ihtiyaç duyulmuştur.
* Sigorta sözleşmesinin ana unsurunu teşkil eden tehlikenin (=rizikonun), bireysel olarak ne zaman gerçekleşeceği kural olarak belirsizdir. Ancak, sigortalılar topluluğu bakımından bu belirsizliğin kaldırılmakta olduğu söylenmektedir. Zira matematikçilerin geliştirmiş oldukları bu teknik karşılıklar (matematik karşılıklar, muallak tazminat karşılığı, cari rizikolar karşılıkları) sayesinde sigortalılar topluluğundaki aynı cins tehlike, belirsizlik artık ölçülebilmektedir. Bu bilgi bireyleri tehlike ortaklığı kurma fikrine götürmüştür. Risk yönetimi esasına göre, aktüeryal matematik karşılıkları belirlenen riziko alınıp satılmaktadır. Zira sigorta müesseselerine “ güven satan müesseseler ” de denilmektedir ki, sigortanın asıl mahiyetini bazılarına göre bu şeklin oluşturduğu söylenmektedir. Keza özel sigortalarda kural olarak, istatistik ve aktüeryal ilimlerine göre gerçekleşme ihtimalleri ölçülebilen rizikoları teminat altına alma ilkesi hakimdir. Sigortaya konu olan aynı tür tehlikeler uzan zaman dilimlerinde istikrar ve süreklilik taşıdığından sigorta tekniği bu gibi tehlikelin en alt ve üst sınırlarının ortalamalarını alarak her zaman dilimine yansıyan tehlikeyi doğruya yakın bir tarzda ölçebilmektedirler. Hedeften sapmalar olduğunda başka teknik usuller (reasürans) uygulanır. Özel sigortalar, aynı tehlikeye maruz kimseler arasında riski müştereken üstlenme fikri, müteselsil kefalet esasına dayanan, karşılıklı yardımlaşma ve bu yardımlaşmanın, “istatistik , ihtimaller hesabı ve büyük adetler kanunu” sayesinde, teknik ve rasyonel bir şekilde organize edilir. Sigorta sözleşmesi ne şansa nede şarta tabi olmadan her iki tarafa da borç yükleyen yeni bir sözleşme türüdür. Bu sözleşmede, sigortacının sigorta himayesini sağlama borcu rizikonun gerçekleşmesinden sonra değil, sigorta akdinin kuruluşundan itibaren doğar. Bizde bu görüşe katılıyoruz.
& SONUÇTA; SİGORTADA İLKE, ÖLÇÜLEBİLEN RİZİKOLARA TEMİNAT VERMEKTİR. DESENE AKTÜERYAL DENGELERİ KURMAK İÇİN ÖLÇÜLEBİLEN RİZİKOLAR TEMİNATA DAHİLDIR. ÖLÇÜLEMEYEN RİZİKOLARA TEMİNAT VERİLMEZ. ÖLÇÜLEMEYEN RİZİKOLARDA KUMAR VE BAHÎS HÜKÜMLERİ GEÇERLİDİR.
* Sigorta – fâiz ilişkisine gelince, kanaatimizce bu teorideki bir ilişki değildir. Sigorta işletmesinin pratiğine ilişkin bir durumdur. Diğer bir deyişle fâiz sigorta sözleşmesinin esasından yani sıhhat şartlarından olmayıp günümüzdeki işleyiş şekliyle ilgili olduğudur. Yoksa her iki grup bilginler de fâizli muamelelere karşı olduklarını, ancak; geleneksel yaklaşımcılar sigortada, İslâm’ın haram kıldığı, ribâ ve fâiz gibi, sözleşmeden ayrılmayan (lazım) vasıfların varlığını iddia edip, sigortayı fâsid veya bâtıl akid görüp meşru saymazken; çağcıl yaklaşımcılar, sigorta-fâiz ilişkisini sözleşmenin esasından değil, ayrılabilir harici bir vasfından yani işleyiş şekliyle ilgili olduğunu ifade etmektedirler. Keza çağcıl yaklaşımcılar, sigorta şirketi ne tür faaliyet gösterirse göstersin sigortanın meşru olduğunu söylemiyorlar. İslâm’ın yasakladığı (fâiz gibi) meşru olmayan alanlarda değil, meşru alanlarda faaliyet göstermesi kaydıyla câiz olduğuna hükmediyorlar. Geleneksel yaklaşımcılar, sigortada bu fâiz unsurunu sözleşmenin aslından ve her ne sebeple olursa olsun ayrılmaz bir vasfı görürlerken, çağcıl yaklaşımcılar, bunun bütün şirketler için aynı olduğunu, fâiz gibi harici bir vasfın tek başına mahkum edilebileceğini söylemektedirler. Bu durum sigortanın her branşı için geçerli olmadığı gibi sigorta branşlarının mahiyeti ve faaliyet alanlarının iyice kavranamamasından kaynaklandığını sanıyoruz. Yoksa sigorta alanında uzman olanlar, sigorta hakkında söylenenlerin pratikte gerçeği yansıtmadığını bilirler.
* Günümüzde sigortanın, âdeta genel örf haline gelmiş olduğu, sigortada fâiz ilişkisinin ise sigorta pratiğini ilgilendiren bir konu olduğu kanaatindeyiz.
& SONUÇTA; SİGORTADA YASALARDAN VE İNSAN UNSURUNDAN KAYNAKLAN YASALARDANAN YOZLAŞMA, HUKUKSUZLUK VE KÖTÜ NİYET, HER SÖZLEŞMEDE VE HER KURUMDA ELBETTE DİKKATE ALINMALIDIR.
* DESENE SİGORTA, KÂR VE ZARARDA SİGORTALILARIN BİR DAYANIŞMASIDIR. YANİ SİGORTA MODERN DÖNEMİN, EMEK VE SERMAYA (MUDÂRABE) ORTAKLIĞI ŞEKLİNDE TEHLİKEDE VE GELİRDE YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMAYI İÇERİR.
Saygılarımla.