Geminin koridorları hareketlenmişti. Koridorlarda yükselen heyecanlı sesler küçük bir kamaranın içine de sızıyordu. Kapının ardından gelen boğuk sesler içinde kalabalığın koşuşturmacalı ayak gürültüleriyle insanların heyecanlı konuşmaları birbirine karışıyordu. Sydney ranzanın alt katında gözlerini bu boğuk seslere açtı. Derin bir iç geçirdi, odanın karanlığında dolaşan sesleri dinledi ve yolculuğun sonuna geldiklerini idrak ettiği anda heyecanla yataktan fırladı. Hemen üst katta uzanmakta olan üvey kardeşine seslendi: “Uyan Spencer! Sanırım geldik”.
Spencer hemen çevik bir hareketle ranzadan atladı. Çabucak ceketini sırtına geçirirken bir yandan kasketini aldı. Tüm bu hızlı hareketleri esnasında kardeşine hemen güverteye çıkmaları gerektiğini söyledi. Sydney’nin gülümseyen bakışları arasında kapıyı açarak kalabalığa karışıverdi. Öyle bir heyecanla çıkmıştı ki, kardeşinin “sen git, ben hemen geliyorum” sözlerini işitmedi bile.
Aylardır Atlantik Okyanus’unda yolculuk yapan insanlar heyecanla, güvertede oluşan kalabalığın arasından geldikleri yeri görmeye çalışıyorlardı. Gülüşmeler, bağırışlar, sevinçli sesler birbirine karışmıştı. Bu heyecanlı kalabalık dünyanın belki de en büyük heykellerinden birini görüyordu karşılarında. Ufak denebilecek ama çevik bir vücuda sahip olan Spencer, kalabalığın boşluklarını hızlıca bularak aralardan ilerledi. Güvertenin kenarına tam yaklaşamasa da, bulduğu bir yüksekliğe hemen çıkıverdi. Yükseğe çıkınca iyi bir görüş açısı yakalayacaktı. İlerleyen geminin hızıyla rüzgâr deniz kokusunu yüzüne vuruyordu. Bulunduğu yerde doğrulurken gözlerini kapattı, iyot kokusunu içine çekti. Kulaklarında dalgaların kıpırtılı sesleri ve martıların neşeli ötüşleri yankılanırken gözlerini yavaşça açtı. Şimdi yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Özgürlük Anıtı’na bakıyordu. Bir süre bu devasa heykeli hayranlıkla izledikten sonra, bir eliyle kasketini başından çıkardı. Havada kasketini sallarken tüm gücüyle bağırdı: “Bekle beni Amerika! Ben geliyorum.”
1910 yılında Amerika’ya ilk kez ayak bastığında Spencer henüz 21 yaşındaydı. Kardeşiyle birlikte gezici Fred Karno kumpanyasının tiyatro oyuncuları arasındaydılar. Henüz 2 yaşındayken annesi ve babası ayrılmışlardı. 12 yaşındayken babasını alkolizmden kaybetmişti. Annesi akıl hastanesine kaldırılana kadar, üvey kardeşi Sydney ve annesiyle birlikte yaşamışlardı. Annelerinin hastaneye yatması ardından, devlet Spencer ve üvey kardeşini koşulları oldukça kötü olan bir bakımevine yerleştirmişti. İki kardeş tiyatro oyunlarında küçük roller oynamış, bu oyunlardan üç beş kuruş kazanmaya çalışarak hayatlarını idare etmeye çalışmışlardı. Ve katıldıkları bu gezici kumpanya ile Amerika’ya geldiklerinde ceplerinde neredeyse hiç paraları yoktu. (1)
Spencer Amerika’da yurt dışından gelen bir yabancı olarak, hayata tutunabilmek için bulabildiği her tiyatro sahnesinde yer almaya çalışıyordu. Özellikle canlandırdığı bir sarhoş karakteri seyircinin çok ilgisini çekiyordu. Sarhoş tiplemesi seyircileri kahkahalara boğuyor, oyun sonunda salon alkış sesleriyle dolup taşıyordu. Yüzden fazla oyunda canlandırdığı bu sarhoş karakteriyle belli bir çapta üne kavuşmayı başardı. Aslında tüm dünya onu daha sonraları yaratacağı başka bir karakterle tanıyacaktı. Yine de başarısına giden yolun kapısını çok iyi canlandırdığı bu sarhoş tiplemesiyle açacaktı. İnsanları eğlendirerek ünlenmesini sağlayan bu rolü bu kadar iyi oynayabilmesinin nedeni, elbette çocukken babasını alkolün pençesinde can çekişirken izlemiş olmasıydı. İnsanların kahkahalarla izlediği bu tiplemenin arkasında aslında babasını yitiren bir çocuğun gözyaşları akmaktaydı. İnsanlar sahnedeki sarhoş karakterine sesli sesli gülerken, karakteri canlandıran oyuncunun içindeki çocuk hıçkırıklarla ağlıyordu. Spencer’a Amerika’nın ve oyunculuğun yolunu açan Fred Karno bir keresinde ona şunu söylemişti: “Bütün hikâyeler bir tutam hüzün kaldırır”. Spencer Karno’nun bu sözünü yaşayarak deneyimlemişti. İlerideki yaşantısında da Karno’nun bu kelimelerini hiç unutmayacak ve özel yaşamında da alkolden hep uzak duracaktı.
O yıllarda tam bir sıfırla Amerika’ya gelip sadece tiyatro oyunlarıyla karın doyurmak çok zordu. Bu nedenle ülkesinden kendisi gibi gelen birçok oyuncu arkadaşı Amerika’yı terk etmekteydi. Buna karşın Spencer asla vaz geçmedi. Oyunculuk yanında bulabildiği her işte çalıştı. Bulaşıkçılık, garsonluk derken boksörlerin çalışmalarında antrenman rakibi olarak boks ringlerine bile çıktı. Eminim bu işi duyunca, bir başka tanıdık dev oyuncu Kemal Sunal’ın yer aldığı Şark Bülbülü isimli filmdeki Mazlum karakteri hemen akıllara gelmiştir. Bu vesileyle çok değerli sinema sanatçılarımızı da anmış olalım. 39 yaşında çok erken kaybettiğimiz Yadigar Ejder’in hayat verdiği Mazlum karakteri sinemamızın unutulmazları arasındadır. Şark Bülbülü filminde, Mazlum dayak yemesi karşılığında para almaktadır. Yani işi dayak yemektir. Spencer da aynen buna benzer bir işte çalışmak zorunda kalmıştır. Ek olarak, Kemal Sunal da ileride Spencer hayranlarından biri olacaktır. Canlandırdığı karakterler ve oynadığı senaryolar Spencer’in ürettiği işlerden önemli izler taşıyacaktır. (2) Yani Spencer ölümünden sonrada, başka ülkelerdeki insanların bile gülümsemesine neden olmaya hep devam edecektir.
Zaman ilerledikçe, tiyatro sahnelerinden ve çeşit çeşit işlerden deneyimler birbirine eklenmektedir. Spencer yine bir gün elleri ceplerinde sokaklarda yürümekte, çaresizce yeni işler aramaktadır. Sonbaharın kışı haber vererek uğuldayan keskin rüzgârları sokaktaki yaprakları uçurmaktadır. Yaprakların yerlerde sürüklenmesinin çıkardığı sesi duymamak istercesine, eskimiş paltosunun yakasını iyice kulaklarına kadar kaldırır. O sırada duvarda bir ilan takılır gözüne. “Matbaa Çırağı Aranıyor, Doolittle Yolu 12 Numara, Willie’yi arayın”. Daha önce hiç matbaada çalışmamıştır ama karnını doyurabilmek için bir işe büyük ihtiyaç duymaktadır. Hemen belirtilen adrese doğru hızlı adımlarla yürümeye başlar.
12 numaralı kapının önüne geldiğinde kapı numarasını bir daha kontrol eder. Kapının arkasından belli bir ritimde makine sesleri gelmektedir. Kapıyı açtığı anda az önceki düşük şiddetteki ses, tam anlamıyla büyük bir gürültüye dönüşür. Gördüğü ilk kişiye bağırmak zorunda kalarak Willie’yi sorar. Yönlendirmelerle Willie’nin yanındadır. Willie’nin ofisi nispeten daha sessizdir. Dışarıdan gelen boğuk metal sesleri arasında kısa bir konuşma geçer. Konuşmanın sonunda Willie sorar: “Ne kadar sabırlısın?” Spencer cevaplar: “Ne kadar gerekiyorsa.” Willie devam eder: “Oldukça rahatsız bir taburede saatlerce oturabilecek misin?” Spencer’ın cevabı kısa ve nettir: “Daha beterini de yaptım.” Bu son soruların ardından, Willie yeni işini Spancer’a anlatarak giyeceği matbaa önlüğünü kendisine verir. Artık yeni işinde kitaplar için dizgi yapacaktır. Kelimeleri önce harf harf olması gerektiği gibi dizecek ve sonra cümle cümle, sayfa sayfa kitapların basılmasını sağlayacaktır. Koca metinleri harf harf dizip basmak büyük bir emek ve derin bir sabır gerektirmektedir. Ama Spencer bu işi çok sever ve kısa zamanda alışarak, hız da kazanır. Elinden çıkan ilk kitap ise Jule Verne’in Issız Ada’sı olur.
Yeni işini bu kadar sevmesinin en büyük nedeni kitaplar okuyor olmasıdır. Harf harf, kelime kelime, satır satır okumasıdır. Hatta bu işi sayesinde okumanın en derinine inmiştir Spencer. Kendi parmaklarıyla kelime kelime her satırı dizmektedir. Kelimeleri avucunda tutup, onlara dokunabilmektedir. Kelimelerin gücünü, güzelliğini ve değerini en iyi biçimde anlama şansına sahip olmuştur. Kendisi bunu şöyle ifade etmiştir: “Kelimeleri avucumun içinde tutuyor, onları tartabiliyor, ölçebiliyor, tenimde hissedebiliyordum. Henüz herhangi bir şey olmadan önce benim için onlar, kurşundu, tenekeydi, antimondu. O andan itibaren ve bütün hayatım boyunca kelimeleri, jonglörlerin havaya attıkları nesleler gibi kullandım, onları daima en iyi ışığın altında göstermeye çalıştım.”
Daha sonraları canlandırdığı karakterlerde elbette çalıştığı tüm işlerden elde ettiği deneyimlerini kullanmıştır. Ve bu deneyimleri onun yapıtlarında çok önemli bir temel de teşkil etmiştir. Ama okumanın ve kelimelerin güzelliğine vardığı bu matbaa işi hayatının en önemli dönüm noktası olmuştur. Yaşamda fark yaratmasını ve o yıllardaki haberleşme ve ulaşım zorluklarına rağmen bir dünya yıldızı olarak tanınmasını sağlayan en önemli tecrübesi, matbaada kelimelerin ve kitapların arasında var olmuştur.
Bir gün Spencer matbaa da yine keyif ve ilgiyle bir roman üzerinde dikkatlice çalışmaktadır. Roman kendisini çok etkiler, adeta büyülenir. Kitabın bitmesine bir kaç sayfa kalmıştır ki, Spencer durur. Yüzünde bir tebessümle önlüğünü yavaşça çıkartır. Willie’nin ofisine gider. Spencer’in iş saatinde önlüksüz içeri girdiğini gören Willie’nin yüzünde de hoş bir tebessüm belirir. Spencer’in vedalaşmaya geldiğini tahmin etmiştir. Spencer söze başlar: “Sana teşekkür etmek istiyorum Willie. Çünkü burada geçirdiğim zamanı gerçekten çok sevdim.” Willie de ona teşekkür eder ve bundan sonrası için bol şans diler. İki dostun kucaklaşmaları ardından, Spencer şöyle söyler: “Senden son bir iyilik isteyebilir miyim? Üzerinde çalıştığım romanın bitmesine sadece birkaç sayfa kaldı. Kitabı bu bıraktığım haliyle baskıya ver. Başkarakter hakkında içimde kötü bir his var ve aptalca bir şey yapmasını istemiyorum.” Willie bunun mümkün olamayacağını söyleyince, Spencer bir kez daha rica eder ve bir gün zararını ona ödeyeceğine söz verir. Willie en sonunda bu isteği kabul eder ve yazarın bundan hiç hoşnut olmayacağını da sözlerine ekler. Spencer ise yazar şikâyete geldiğinde ona kendi adını vermesini ve yazarla bu konuda sohbet edeceklerini söyler. Tekrar görüşmek üzere vedalaşırlar. (3)
Yıllar sonra Türkiye’de dünyaya gelecek bir oğlan çocuğu da bu romanı okuyacak ve tıpkı Spencer gibi çok etkilenecektir. Bu çocuk okumayı ve futbolu çok sever. Büyüdükçe önce hem kulüp takımlarında hem de milli takımlar düzeyinde çok başarılı bir kaleci olur. Ardından teknik direktör olarak da ülkemize hem kulüpler hem de milli takım düzeyinde nice önemli başarılar armağan eder. Bu değerli spor insanımız Şenol Güneş’dir. Bir gün kendisine başarılarının arkasında yatan neden sorulduğunda, Güneş şöyle yanıt verir “Okuduğum bir kitap hayata bakış açımı ve dolayısıyla hayatımı değiştirdi. Tüm başarılarımın arkasında yatan en önemli nedenlerden biri okuduğum o kitaptır.” Şenol Güneş’in hayatını değiştiren o roman Spencer’ın da çok beğendiği ve dizgisini yaptığı son romandır: Jack London’ın kaleminden Martin Eden (4). Şenol Güneş yönetimindeki A milli futbol takımımız 2002 yılında Güney Kore’de düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonası’nda dünya üçüncüsü olur. Aldığımız bu derece, günümüzde bile halen futbol tarihimizdeki en önemli milli takım başarımızdır. Yani, ülkemizin yüzünü güldüren bu önemli başarının ardında da Spencer’ın avuçlarında tuttuğu kelimelerin izleri bulunmaktadır. Kelimelerin gücünü ve dünyayı nasıl değiştirebileceklerini belki de en güzel anlatan hayat hikâyelerden biridir.
1913 yılına gelindiğinde, dünya sinema ile yeni yeni tanışmaktadır. 1913 yılında çekilen ‘The Squaw Man’ isimli film Hollywood yapımı ilk film olarak kabul edilir. Yeni gelişen bu sinema sektörüne yatırımcıların çoğu kuşkuyla baksa da, yavaş yavaş filmler çekilmeye başlanmıştır. Karno ile turneye devam eden Spencer bir gösteride Mack Sennett’ın dikkatini çeker. Ve Sennett’ın sahibi olduğu Keystone Stüdyoları ile bir anlaşma yaparak onun ekibine katılır. 2 Şubat 1914’te Henry Lehrman yönetmenliğinde sessiz bir film olan ‘Making a Living’ adlı tek makaralık filmde rol alarak sinemaya ilk adımını atar. Spencer kamera karşısında kendine özgü, yetenek ve enerji dolu hareketleriyle dikkat çekmektedir. Diğer yandan, genel kurallara uymadığı için yönetmen ve çekim ekibiyle bazı sorunlar da yaşar.
İlk filmin ardından yine 1914 de Keystone Stüdyoları’nda çekilen “Kid Auto Races at Venice” isimli filmde rol alacaktır. Rolünü oynayacağı sahne öncesi uygun bir kostüm giymek üzere kostüm odasına gider. Çeşit çeşit giyim eşyalarına ve aksesuarlarına bakarken birden gözleri parıldar. Orada, o tozlu odanın içinde, tam da o an yeni bir karakter yaratacaktır. Sırtına daracık bir ceket geçirir. Altına gevşek bol bir pantolon seçer. Neredeyse palyaço ayakkabısı büyüklüğünde eskimiş ayakkabılar giyer. Başına yine küçük melon bir şapka alır. Bir şey eksik kalmıştır. Gözlerini kostüm odasında gezdirirken son eksik aksesuar da bulmuştur. Büyük ayakkabılarıyla odadan dışarı adım attığında, kolunda esnek ve ince bir baston takılıdır. (5)
Sinema perdesine o gün ilk kez görülen o karakter tüm dünya tarafından çok sevilecek ve sinema var olduğu müddetçe en önemli sinema karakterleri arasında daima hatırlanacaktır. Tüm dünyanın adeta bağrına bastığı bu karakterin adı Şarlo (Charlot) dur. Ve tahmin ettiğiniz gibi bu unutulmaz karaktere can veren sinema dehası Sör Charles Spencer Chaplin’nin ta kendisidir. İsmini daha çok Charlie Chaplin olarak okuyup, duyduğumuz bu dev sinema sanatçısı tarihe, sinema yönetmeni, oyuncu, yazar, film müziği bestecisi, kurgucu ve komedyen olarak geçmiştir. Ürettiği devrim yaratan eserleri halen izlenmekte, incelenmekte ve ilham vermektedir. En önemlisi yukarıda da okuduğunuz gibi, ölümünden yıllar sonra bile, hangi ülkeden hangi kültürden olursa olsun tüm dünya insanlarının yüzünü güldürmeye devam etmektedir. Bu noktada Chaplin’nin unutulmaz sözlerinden biri akla gelir: “Gülmeden geçen bir gün harcanmış demektir.”
Charlie Chaplin hayatı boyunca çektiği acılardan, çalıştığı işlerde edindiği tecrübelerden, tanıyıp gözlemlediği insanlardan aldıklarını çok önemli bir katalizörle harmanlar. Kullandığı katalizör okumaktır. Kelimeleri sinema perdesinde hiç seslendirmese de, onların gücüyle insanları anlamayı ve anlatmayı başarabilmiştir. Bu sayede de ülkesi, kültürü, dili fark etmeksizin insanlara ulaşabilmiştir. Bu kadar büyük bir kitleye hitap edebilmek, üstüne üstlük güldürebilmek sanırım en zor ulaşılacak başarılardan biridir. Tabiri caizse, Chaplin boş boş konuşmak yerine icraatta bulunmuştur. Bu da insanlar tarafından taktirle, sıcak bir tebessümle ve sevgiyle karşılanmıştır.
O yılların teknolojisi ile çekilen ilk filmler sessiz filmlerdir. Bu filmlerde konuştuğu hiç duyulmayan Şarlo ezilen insanları temsil eden bir halk kahramanı olarak, sinema perdesinden tüm dünya insanlarına neşe saçmaktadır. Yıllar geçtikçe teknoloji ilerler ve sinemaya ses gelir. Artık filmlerdeki oyuncuların sesleri duyulabilecektir. Ancak kurduğu film şirketinde Chaplin’in çektiği filmler yine sessizdir. Ve buna rağmen yine de tüm dünyada en çok izlenen film yıldızıdır. Onun filmleri her ülkede izlenme rekorları kırmaya devam eder. Sinemaya ses gelmesine karşın, Chaplin’in halen sesiz filmler çekmesine şaşıranlar da bulunmaktadır. Ve bir gün kendisine bunun nedeni sorulur. Dahi sanatçı soruyu şöyle cevaplar:
“Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacak ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir.”
Ve Charlie Chaplin sözlerini şu şekilde sonlandırır:
“Sinemaya ses geldi ve sinemanın şiiri öldü.”
KAYNAKLAR
(1) Charlie Chaplin: A Tramp’s Life Belgeseli, https://www.imdb.com/title/tt0395499/
(2) https://www.youtube.com/watch?v=9-0igaG6FS8
https://www.youtube.com/watch?v=gKiCHTMM5Kw
(3) Fabio Stassi, Charlie Chaplin’s Last Dance.
(4) Jack London, Martin Eden, Çevirmen: Levent Cinemre, Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları – Modern Klasikler.
(5) Chaplin 1992, https://www.imdb.com/title/tt0103939/?ref_=nm_flmg_act_70 Şarlo karakterini ilk kez yarattığı film sahnesi: https://www.youtube.com/watch?v=OY6Oyv9jX2U
9 yorum
Kaleminize, emeğinize, yüreğinize sağlık hocam. Siz hep yazın, biz hep keyifle okuyalım. Sevgiler.
Sevgili Özge, nazik sözlerine çok teşekkür ediyorum. Senin gibi okumayı sevenler oldukça, umut dolu yarınlara ilerlemeye hep devam edeceğiz.
Çok güzel hocam, elinize sağlık. Keyifle okudum.
Sevgili Esra, çok teşekkür ediyorum güzel sözlerine. Keyifle okumalarımızın artması dileğiyimle.
Hocam çok keyifli bir yazı olmuş, heyecanla okudum, elinize sağlık.
Sevgili Büşra, çok teşekkür ediyorum. Böylesi keyifle okumana çok sevindim.
Hüzünlü bir hikaye ve sonrasında gelen başarı ,emeklerinize sağlık .
Çok teşekkür ediyorum düşüncelerinize.
Hocam çok keyifli bir yazıydı, kaleminize sağlık. Farklı şeyler yapan ve sunan insanların aslında bilgi ve duygu dünyasının ne kadar büyük,çeşitli ve yaratıcı olduğunu anlatan, ufuk açan bir yazı. “Herkesin yaptığını yaparsanız herkes gibi olursunuz”un tam tersi. O zamana kadar yapılmamış olanı yapması ve kostüm odasındaki o parçaları belki de ayrı ayrı anlamsız olanları bir araya getirerek büyük bir karakter yaratması da bunu gösteriyor. Saygılarımla.