İçinde yaşadığımız toplumda ve dünyada sorunlarımızı listelememiz gerekirse, eğitimden, toplumsal gerilimlere, tüketimden istihdama kadar bir dizi ekonomik, sosyal, siyasal, eğitsel başlıklar sıralanabilir. Hiç şüphesiz bunlar önemli sorunları işaretlemekle birlikte, “temel problem nereden çıkıyor” sorusu meselenin felsefesi ve alt varsayımları yoklanmadan cevaplandırılamaz. Bu yazıda tikel olarak listesini uzatabileceğimiz sorunlar kaleminin temelinde yer alan iki önemli başlık ele alınacaktır: sivillik ve üretim sorunu.
Klasik literatürde İbn Haldun’un da belirttiği üzere “insan tabiatı gereği medeni (toplumsal) bir varlıktır.” İnsanların bir araya gelerek sosyalleştikleri en temel varoluş biçimi “topluluk, komünite (Community)” olup, Tönnies’e göre insanlık komüniteden sosyeteye (cemiyet) doğru bir seyir izlemiştir. Burada komünitenin bir vurgusu insanların tabii bir araya gelme şekli ise, bir diğeri de sivil bir birliktelik ve dinamiğe işaret etmesidir. Bu, Hobbes’un “siyaset öncesi” şeklinde tanımladığı duruma tekabül edebilir.
“Devlet” denilen ve modern zamanlarda bağımsız bir entite olarak varoluş biçimi sivil komüniteden sonradır. Esas olan insanın bağımsız faaliyetleri ve sözleşmeleridir. Fakat süreç içerisinde insanların sayısı çoğaldıkça; kargaşa, rekabet ve çatışma durumları ortaya çıkınca devlet denilen kurum insanlar arası bir organizasyon olarak devreye girmektedir. Fakat burada altının çizilmesi gereken nokta; insan ve onun faaliyetlerinin varoluş şekli olan sivil kominiteler esas toplumsal dinamiklerdir ve felsefe olarak devlet insan içindir.
Gerek ticari ve ekonomik, gerekse sosyal ve kültürel tüm insani edimlerin hareket ettiricisi ve dinamiği olan sivillikler güçlü olmadığı durumlarda, devlet tüm faaliyet alanlarını temellük ederek sivillikleri de belirlemeye ve yönetmeye başlar. Bu bağlamda Türkiye’de görülen temel sorunlardan birisi bu sivilliklerin güçlü olmaması ve hatta büyük oranda devlete olan bağımlılıklarıdır. Sivil organizasyonların devlet dolayımlı olarak görünürlük kazandıkları Türkiye’de “sivil”lik dinamikleri harekete geçirecek bir düzeyde değildir.
Nitekim sendikalar başta olmak üzere Türkiye’de sivil görünümlü dernek, vakıf ve cemaatlerin vb. toplumdaki insanların üretim gücü ve dinamiklerini harekete geçirmek ve devleti desteklemek yerine devlet üzerinden “paylaşım”a dahil olmaya yatkın olduklarını söyleyebiliriz. Bu durumda aşağıdan gelmesi beklenen dinamikler oluşmamakta, devlet paylaşım ve bölüşüm için tüm toplumun gözünü diktiği ve hareketlerini takip ettiği rant unsuru haline gelmektedir.
Tarihsel süreçte Ahilik ismi verilen teşkilat tam da bu sivilliğin kamil bir örneğini bize sunmaktadır. Ahilik Selçuklu Devleti uhdesinde yer alan coğrafyada tüm kılcal damarlara kadar yayılmış bir teşkilattı. Esasta “ekonomi” öncelikli kurulan bu teşkilat, kültürellikten sosyalliğe, kültürellikten ahlakiliğe kadar holistik bir yapının tezahürü idi. Dolayısıyla hem ekonomik üretimin dinamiklerini üretmekte hem de kültür, sanat ve ahlakın toplumsal sürekliliğini sağlamaktaydı. En ücra köşelerine kadar yapılanan zaviyeleri ile teorik ve eğitsel zeminini kuvvetlendirmekteydi. Öte yandan Selçuklu’nun son dönemlerinde Ahiler, askeri bakımdan da devlete destek olmuştu.
Burada dikkat edilirse “üretim” anahtar kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Sivilliklerin kendi kuruluş hedeflerine göre kültürden sanata, bilimden ekonomiye kadar üretimin temel dinamiği ve hareket ettiricisi olması esastır. İşte tam da bu noktada toplumumuza egemen olmuş ikinci sorunu işaretleyebiliriz; üretmeden tüketmek. Üstelik bu üretimsizlik sadece ekonomik alanda değil, kültürden sanata ve bilime kadar tüm alanlara kadar uzanmaktadır.
“Üretim”sizliğin bir sorun oluşturması, dünya ve Türkiye konjonktüründe yer alan bazı sebeplerin kesişim noktasına dair analizleri gerektirdiğini öncelikle belirtelim. Birincisi, dünya ölçeğinde egemen olan postmodernite, tüketimi insanların aşırı borçlandırılması pahasına ekonomi politiğin temeli yapmaktadır. Öyle ki bu tüketim sadece emtianın değil, insan ve kültürün de istihlakına doğru yönelmiş görünmektedir. Bu bağlamda tüketim, yeni durumda kültürelleşmenin, kimliklendirmenin, statü ve sınıf gibi sosyalleşmenin belirleyicisi olarak merkezilik kazanmıştır.
Diğer yandan bir toplumda nüfus arttıkça üretimin en azından bu oranda artması beklenir. Fakat süreç içerisinde üretimin artmaması ile koşut olarak nüfusun oran olarak fazlalaşması; yani paylaşılacak olanların aynı kalması durumunda sivillik ve insanları hem daha çok devlet dolayımlı kılacak hem de toplumdaki insanların kültürel, ekonomik, sosyal, kültürel, sanatsal ve bilimsel potansiyel ve dinamikleri atıl kalacaktır. Dolayısıyla yeteri kadar büyütülmemiş olan pastanın (yani eksik kalan üretimin) paylaşımı sorunsala dönüşmektedir. Giderek bu zihniyet üzerine oluşan refleksler, son kertede bilimde, sanatta, ekonomide, kültürde, siyasette gündelik hayatta geliştirilen ekonomi politik ve bölüşüm anlayışı içinde tebellür etmektedir.
Dolayısıyla Türkiye’nin sivil bir temelde siyaset, bilim, sanat, kültür üretmeye ihtiyacı vardır. Ülkenin insan ve üretme potansiyeli mevcuttur. Bu potansiyellerin koşullandırılması ise sivil bir geometri içerisine “üretim”i yerleştirmekle mümkün olacaktır.