“Tarih tekerrürden ibarettir” söylemi aslında tamda siyaset için biçilmiş bir kaftan gibi durur. 1000 yıl, hatta daha da geriye gidin 2000 yıl, hatta daha da geriye gidin insanlığın başlangıcına. Evet; o başlangıç dönemi ile günümüz siyaset sahnesine baktığınızda hiçbir şeyin değişmediğini görürsünüz. Bu sahne popülizm, hamaset, propanganda, kitleleri yönlendirme, savaş, muhalefet- iktidar paradoksizmi ve buna benzer birçok davranış veya davranış modelleri bezenmiştir. Ve tarih öncesi siyaset için geçerli tüm kavramlar günümüzde hala geçerliliğini sürdürmekle kalmayıp gelecek için de sürdürebilme potansiyelini içinde barındırmaktadır.
Tüm siyasi düşünce ve ideallerde tek gaye daha önceden çalışılmış, benimsenmiş ve tek doğru olarak kabul görmüş olan kitle yönetim modellerini iktidara taşımak olmuştur. Hatta ön görülen yönetim modelinin gerektiğinde dönüşümü yerine çoğu zaman zoraki toplumsal dönüşümler tercih edilmiş ve gerektiğinde kitlesel ölümler bile göze alınarak iç ve dış savaşlara girişilmiştir. Tarih bunun nice örnekleri ile doludur.
Peki bilim? Bilim böylemi? “Bilim”; kendini; özgün bir etiksel program dahilinde, belirli bir algoritmaya tabii tutarak doğar, büyür ve yeri geldiğinde kendini inkara götürecek devinimlere ve değişimlere sahiptir. Bilimin en önemli özelliği ispatlandığı takdirde bir önceki hipotezini ortadan kaldıracak ve yeni gelişen teoriye kendini adapte edecek özgüvene sahip olmasıdır. Çünkü bilim bunu gerektirir. Yanlışta ısrar etmez hipotez çürütüldü der ve yeni arayışlara girişir.
Siyaset – Bilim ilişkisinde; tarih bize “Siyaset”in daima “Bilim”i kullandığını ve bu çerçevede “Siyaset” için gerekli argümanların (propaganda, savaş aletleri, kitle psikolojisi, kitle sosoyolojisi… ) gelişmesinde ve etkili olmasında “Bilim”in siyasete büyük kazanımlar sağladığını gösteren örneklerle doludur. “Siyaset”in ise “Bilim”e daima kendini desteklediği müddetçe yardım ettiği ve özgür bıraktığı da tarihsel bir gerçektir.
“Siyaset” siyasiler tarafından yapılan bir eylem olarak düşünüldüğünde “Siyaset” ve bunu gerçekleştiren bireyler içi içe girmiş bütünleşik bir ilişki arz ederler. Fakat bilim insanı ve “Bilim” arasında böyle bir ilişki olmayabilir. Laboratuar ortamında tüm bilimsel algoritmayı uygulan bir bilim insanı laboratuar dışında tamamen farklı bir rol model üstlenebilir. Siyasetçi daima siyasetçidir. Ama bilim insanı daima bilim insanı olmayabilir.
“Siyaset”-“Bilim” ilişkisinde; kavramsal olarak “Siyaset” ve “Bilim” karşılıklı bir şekilde aracısız olarak etkileşim halinde bulunmuş olsalardı o zaman; “Siyaset”in tüm kuralları “Bilim” tarafından belirleneceği için “Siyaset”; “Bilim”in yönetsel bir formu haline dönüşür. -ki bu hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir ütopyadır. Yani “Bilim”in hükümranlığını gösteren tarihsel örnekler yok veya yok denecek kadar azdır.
O zaman “Siyaset” -“Bilim” ilişkisinde gücü neden hep “Siyaset” elinde bulundurmuş veya sopayı tutan hep “Siyaset” olmuştur dersek, bunun tek cevabının gerektiğinde “Siyaset” kendi bilim insanlarını var etmiş olgusuna bağlarız. “Siyaset”in ; “Bilim”i zayıflatmak için kullandığı en önemli silah etkin olmayan bilim insanlarını var etmektir. Evet etkin olmayan bilim insanı. Etkin değil ama yetkin bilim insanı. Çünkü etkinliğine bakılmaksızın çıkar ilişkisi çerçevesinde yetkilendirilmiş bilim insanı.
Siyasi bir sistemin kendi için problem potansiyeli barındıran kurumlara yaklaşımı her zaman bu kurumları meydana getiren nitelikli bireyleri etkisiz hale getirmektir. Bunun en iyi yöntemi de nicelikte artışa gidilmesi yöntemidir. Yani nicelik artar ama kalite azalır. Sistem için niteliğin bir önemi yoktur zaten. Bu yüzden binlerce etkin olmayan ama yetkinliği sistem tarafından sağlanan bireyler topluluğu oluşturulur. Bu da bilimin doğduğu, büyüdüğü, şekil aldığı, öğrenildiği ve öğretildiği merkezler olan üniversite sayılarında artışa ve bunun doğal bir sonucu olarak da bilim insanı sayısında artışa neden olur. Bu artış nitelikten yoksun bir niceliksel artış olarak meydana geldiği için bilimsel artışa bir katkı sağlamaz, tam tersine “Bilim”in ve bilim insanının zayıflatılarak değersizleştirilmesine neden olur. Bilim insanı “Siyaset”in doğurduğu yanlış bir davranışa akademik bir ünvanla karşı duruş sergilemeye kalktığında hemen karşısına aynı unvana sahip fakat yetersiz kelimesinin bile yetersiz kaldığı ve “Siyaset”in yarattığı bu bireyleri öne sürülerek bu yanlış davranışlar savunulmakla kalmayıp halka benimsetilmeye çalışılır. Bu yöntemi maalesef dünyadaki mevcut bütün sistemler kullanmaktadır.
“Üniversite” ve “bilim insanı” sayısında devamlı artışların meydana geleceği kaçınılmaz son, sadece ülkemizin değil tüm insanlığın bir sorunu olamaya devam edecektir.
14 yorum
Artı değer oluştuğunda yöneten yönetilen ilişlisi ve siyaset!! başlamıştır….üzerini çok yazılacak söylenecek bir yazı…
Sevgili Yusuf artı değer oluştuğunda başlayan yöneten, yönetilen ve siyaset ilişkisinin “Bilim”sel temeller üzerine oturması dileği ile yorumun için saygılar
Önce yargılamak lazımdır. Tarihte bilim ile veya bilimin felsefe ile ayrılamadığı zamanlarda felsefe ile devleti yönetmenin gerekli olduğunu söyleyen Platon, Thomas More gibi fikir adamları, 20. yüzyılın ilerici hareketleri tarafından idealist olmakla suçlanmışlardır. İnsanlık 20. yüzyıl sonunda kapitalizmin bittiği, yerine tekeliyetin geldiği bir sistem ile tanışmıştır. Tekeliyette kalifiye insana ihtiyaç yoktur. Çünkü emek-sermaye çelişkisi yerini çok daha primitif ve çözümlemesi ilkçağdan bile önceki zamanlarda tamamlanmış güzel-çirkin çelişkisine bırakmıştır. Darwin’in Seksüel Seçilim Kitabı’nın kapanışında belirttiği; insan zihninin evriminin ileri gitmediği, eğitim ve disiplinin gevşediği anda Homo Sapiensin hayvanlardan bile daha vahşi ve yok edici bir tür olabileceği kanıtlanmıştır. Homo Sapiens türünün kabullendiği Tekeliyet sistemine geçmek için Nietzche gibi bir filozofun görüşleri ve Wagner gibi bir müzik dehasının besteleri, tarihin gördüğü en psikopat katillerden olan Nazi Partisi Uyeleri tarafindan suistimal edilmistir. Hemen sonrasında kendilerini ilerici güçler olarak tanımlayan fikir sahipleri de Wagner-Nietzche ikilisini hunharca yatsımışlardır. Bilimde kalitesizleşmenin ayyuka çıkışı 2. Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Ne yazık ki savaşın kazananları, dağılan 3. Reich’ın etik dışı bilimsel faaliyetlerini, insansızlaştırma ve sömürü politikalarını kaldığı yerden devam ettirmiştir. Sonuçta yeni Roma olarak kendini tanimlayan Birleşik Devletler’in 50 yıllık vasat insan hayalinin gerçekleştiği, Birleşik Devletlerin antitezi olarak gösterilen Sovyetler Birliği’nin yıkıldıktan sonra hor görülmüş, aralarına nifak tohumları ekilmiş ve kültürlerine yabancı, yalnızlaştırılmış insanların yaşadığı özerk veya özgür devletlerin ortaya çıktığı görülmüştür. Önce yargılamak gerekir. Hangi vasat daha makbuldur diye yargilamaktansa vasat olmayani ( belki de Üstinsan’ı ) aramak ve kaliteliyi vasattan ayıracak bir yargılama yapılmalıdır. Unutulmamalıdır ki vasat vasattır. İlerici olduğunu iddia eden hareketler çuvaldızı başkasına saplamadan önce iğnenin ucunu kendilerine batırmalıdır.
Sevgili Mustafa vasat “olmayani ( belki de Üstinsan’ı ) aramak ve kaliteliyi vasattan ayıracak bir yargılama yapılmalıdır” olgusunu gerçekleştirmek için yine “Bilim” e ihtiyaç olacak ki bu nötr “Bilim” olmalıdır.
Bilim ve iktidar doğası gereği çağlar boyu ters düşmüştür.Büyük olasılıkla tam da bu nedenle bilimle karşı çıkanı muhalefet yapmakla eleştirmek sık kullanılan bir argüman.Aslında bu kolaycılık yerine bilime destek olanın belki iyi siyaset değil ama iyi yönetim sergilemesi ödülü olacaktır.Keyifle okudum,kaleminize sağlık
Arzu hocam güzel yorumunuz için saygılarımı sunuyorum
BİLİM VE İKTİDAR
Aydınlanma akımı, Fransız Devrimi ve sonrasında devrimlerin kendi çocuklarını yemesi döngüsü incelenirse, bilimsel düşünüşün toplumsal dönüşümü sağlama süreçlerinin de oldukça sancılı ve tahripkar olduğu söylenebilir. Her düzen, kendi sofrasını kurar ve bu sofralarda her zaman doymak bilmez toklar yer bulur. Siyasetin görevi kendi tokunu gözetmek olduğu için, siyaset alanı bilimsel düşünüşten çok, bilimsel üretimin mide yolağına ulaşma kapasitesine değer verir. Bilimsel ilerleme, özgürlük ve mutluluk arasında doğru orantı olduğunu düşleyenler, aynı bilimsel temel ile ilk atom bombasının 1945 yılında üretilmesine karşın, ilk MR cihazının ise 1972 yılında üretildiğini göz önüne almalıdır. Sahip olduğumuz teknolojik gelişmelerin, özellikle ilaç ve tıbbı cihazlardaki gelişim ve elektronik devriminin, öncelikle silah ve savaş sanayisindeki bilimsel çalışmalar sonucu bize bahşedilmiş, satılmış artık veriler olduğunu söylemek akıldan uzak tutulmayacak bir gerçekliktir.
Siyaset alanı, iktidar hırsı ve sınırları çizilerek paylaşılmış yönetim erklerinin kapitalist üretim alanları ile ilişkilendirilmiş bilimsel çalışmaları ve hatta iktidar öznesinin en derin nüfuzuna hizmet edecek felsefi üretim ve algısal çalışmalarını yaygınlaştıran medyanın üstlendiği görevler, hep bilimsel çalışmalar ile gözlemlenmekte, sağlamlaştırılmakta ve yeniden dizayn edilmektedir. Tüm yönetilenler ile birlikte bilim adamı da kendi bireysel maddi varoluşunu, diğer bireyler gibi tüketim üzerine kurgulanmış özgürlük anlayışı ile ilişkilendirerek özne olma vasfını yaşamak gayesi ile kaybetmektedir. Seçmiş olmanın demokrasinin nimeti olması anlayışı, yüzyıllık ömrünün yarısını dikta yönetimlerinin yarattığı savaş, sömürü ve yıkım ile; geri kalan yarım yüzyıllık ömrünü ise bireylere kadar uzanan disiplinize edici, yarı zeka ile varolmasına olanak tanınan örtük sömürü baskısı ile geçirmiştir.
Bilim insanının bilimsel üretimi ve bireysel özgürlük alanları, yönetim erki ile bilimsel düşünüş ve üretim merkezleri olan üniversiteler arasındaki ilişki ile belirlenir. Bilimsel eğitim sürecinin sağlıklı işlemesi, özgürlüğün en geniş sınırlara ulaşması yolunda olmazsa olmaz ön şarttır. Bilimsel üretim alanlarının kuşkucu ve özgür düşünceyi öncelemesi, tek başına yönetim erki-yönetilenler ve bilim adamlarının özgür ve adil bir sistem oluşturmaları sonucunu doğurmaz. Üretim sonucu ortaya çıkan ürün ve sonuçların insanlığın faydasına kullanımını sağlayan süreçlerin de değerlendirilerek, belirlenmesi, gereğinde sınırlandırılması, ortadan kaldırılması, rekanalize edilmesi gerekir. Bu süreçlerin denetimini sağlamak ise yönetim erkinin sorumluluk alanında olduğundan, yönetim erki ile bilimsel üretim güçleri arasında dengeyi sağlayacak ve gücün kanalize olmasına engel olacak ve hatta gücün görünürlüğünü en aza indirecek etik, felsefi, sanatsal, dinsel her ne argüman yüklenirse yüklensin, bireysel özgürlük, bireyin biricikliği ve değerli oluşunu -bununla ilişkili olarak dünya ve doğanın tahrip edilmesinin de önünde duracak- sözü dinlenir geniş tabanlı çoklu yönetim mekanizmaları oluşturulabileceği ütopyasını da not etmekte fayda buluyorum.
Sonuç olarak, özgürlük yönetilmek istemez. Bir arada olmak ister.
Sevgili Kazım “özgürlük yönetilmek istemez” bu sonuç için emin ol ki “Bilim” e ihtiyaç vardır. “Bilim” özgürlüğün önünü açan en önemli unsurdur. güzel yorumların için teşekkürler
Tarih boyunca iktidarlar önce kendilerini frenleyen mekanizmaları, kurum ve kuruluşları ele geçirerek güçlerini arttırmak istemişlerdir. Ancak demokratik toplumlarda iktidarların kalıcı değil, geçici olduğunu akıllarından çıkararak adeta güç zehirlenmesine meydan vermişlerdir. Oysa kendilerine ihsas ettiği güçleri yarına başka iktidarların kullanabileceğini hiç hatırlarına getirmemişler, iktidarda kaldıkları süre içinde kendi saltanatlarını oluşturmuşlar, etraflarındaki rant ve şakşakçı tayfası bu iktidarı yeni kanun ilhakları için daha fazla cesaretlendirmiştir.
Ama bilinen bir gerçek siyasetin devlet idaresinde sadece politikaları belirlemesi, kişilerin şahsi görüşleri ile ise hiç ilgilenmemesidir. Orduya, adalete ve eğitime siyasi politikalarını dayatmamasıdır. Spn zamanlarda buna diyanet te eklenmiştir.
Siyasetin eğitime, özellikle özgür düşüncenin beşiği olan üniversitelere girmesi bilim adamları yerine kalitesiz hocaların topluluğu haline gelmesine, eğitimin kalitesizleşmesine ve bilim adamlarının saygınlığının azalmasına neden olur.
İktidarın kalitesizliğini kapatabilmek için yapması gereken toplumda saygınlığı olan bilim adamı, asker, hakim ve din adamı gibi şahsiyetleri basitleştirmek, bu sayede politikacılarının saygınlığını rölatif olarak arttırmaktır.
Benim için her zaman örnek bir rol model olan Yılmaz hocam güzel yorumunuz için saygılarımı sunuyorum
Yazınızı ve ona gelen yorumları okudum. Doğru görüşleriniz için teşekkürler.
Haldun hocam inanın bende sizin yazılarınızı zevkle okuyorum. Yazının içeriğine olan desteğiniz için saygılarımı sunuyorum.
Sayın hocamın makalesi içinde bulunduğumuz sistemin günlük sorunlarının çözümlenebilmesi için oldukça ufuk açıcı. Ben de hocama katkı olması açısından farklı deneme yapmak istiyorum (hocamın izniyle). Öncelikle yapacağım bu deneme içindeki düşüncelerin esin kaynağı Sayın Dücane Cündioğlu’dur. Ben son zamanlarda onun takip ederek birçok konuya yaklaşımımı gözden geçirme olanağı buldum. Tavsiye ederim.
Bu olaya biraz da tarihsel süreç içinden bakmak gerekir diye düşünüyorum. Burada bahsedeceğim iki nokta var; birincisi iktidar ve bilim-akademi- ilişkisi, diğeri de bilimsel düşünce ile diğer düşünce bilimlerinin yöntemleri ve oluşan sınıfların arasındaki toplumsal ilişkiler. İktidar ile bilim ilişkisinin kökenlerini aslında kabile toplumundan itibaren aramak gerekiyor. Basit bir kabileye baktığınızda (bu benzetmeyi D.Cündioğlu’ndan öğrendim) üç temel yapı görürsünüz, ŞEF-BÜYÜCÜ(ŞAMAN)-TOPLUM (gerçi O sunumunda kurban diyor ama aynı şey). Bunlardan şef iktidardır, kabileyi yönetendir ve bunun için de toplumun onayını alması gerekir. Onay için de kendisini destekleyen, topluma şefin kurallarının kutsal olduğunu söyleyecek destekçi büyücüdür. İlksel toplumun büyücüsünün işlevini günümüzün akademisi yürütmektedir. Bu noktada hekimler çok önemlidir. Çünkü büyücünün doğaya bakan yüzü hekimdir. Hepimizin kökeni büyücülerdir. Ancak büyücü doğaya bakmak dışında efsanevi açıklamalar da üretir ki amaç aslında topluma boyun eğdirmektir. Toplum ise hep kurban olarak oradan oraya sürüklenir. İlksel dönemlerde bazen büyücüler şefle bir olmuştur ki dönem dönem Tanrı Krallar da denilmiştir. Aslında çoğu zaman şef kendisi olmadıysa bile büyücüyü bir şekilde yönetmeyi başarmış burada bir ayağı ile inanç sistemini tutmuş, diğer ayağı ile doğaya bakan adamları tutarak ilaç, silah, takvim ya da teknoloji gibi ürünler üretmesini sağlamıştır. Bu ilişki ilksel kabile toplumlarından itibaren başlamış olup kurumsal devlet ve din yapıları içinde günümüze kadar bir şekilde evrimleşerek gelmiştir. Zamanla farkı da şu olmuştur, devlet ortaya çıktıkça sistem karmaşıklaşmış ve farklı kurumlarla temsil edilebilir hale gelmiştir. Örneğin Ortaçağ Hıristiyan Avrupa’sında büyücü Papalık ile kralın üzerine çıkmış ve manastırlarda eğitim dahil birçok sistemi yönlendirirken; benzer dönemin Müslüman coğrafyasında ise büyücü ancak sultanın hakimiyetinde ve onayında yaşayabilmiştir. Bu dönemde eğitim ise medrese sistemi içinde varlığını sürdürmüştür.
İşte insanının kendi eliyle yarattığı düşünce sistemi de tam bu noktaya paralel gelişmektedir. Bundan sonra bahsedeceğim söz ve bilim sanatlarının gelişimini izlemek için Platon, Aristoteles, Porfiryus, Farabi, İbn-i Sina, Gazali, Ebheri gibi düşünce adamlarının kaynaklarına bakabilirsiniz. BBüyücünün ortaya çıktığı yerde düşünce sanatlarının ilki diyebileceğimiz poesis, şiir, sanatlar başlıyor. Burada gördüğümüz yaşanılan olayların ozanlar tarafından şiirsel bir söz anlatılması bulunmaktadır. Bunu retorik, hatabi sanatlar izler, özellikle meydanda siyaset arenasında yürütülen söz sanatlarıdır. Retoriği cedel yani diyalektik izler ki buradaki fark artık diyaloglara geçilir, karşılıklı tartışma bulunmaktadır. Özellikle Platonla birlikte hayatımıza girmiştir. Buraya kadar olan söz sanatlarının hepsi muhataplarını ikna yöntemine dayalı olup içinde doğru -hakikatin- olması gerekmez. GGenelde siyaset de bu dili kullanır. Bundan sonra gelen ise Aristoteles ile birlikte hayatımıza girmiş olan apodeiktik ya da burhana dayalı söz sanatı olup bu noktada artık ikna değil ispat devreye girer ki felsefe ve bilim bu noktada başlar. Dolayısıyla filozof (19. yy ile birlikte bilim insanı) burhani yöntemi kullanarak gerçekliği arar ve ancak kanıtlar karşısında fikrini değiştirir. Bu yöntem sürekli sorgular, kanıtlar arar ve en önemlisi analitik düşünme yöntemiyle çelişkileri görebilir. Zaten hakikati aramak çelişkileri görebilmek ile başlar. Çelişkiyi görebilmek, nedenlerini analitik düşünce yöntemiyle sorgulamak dünya üzerinde her türlü hakikati aramanın en geçerli yolu. İşte bilim insanı ile siyasetçinin farkı burada söz konusu oluyor. Siyaset hakikati değil kendince iyiyi faydalıyı arıyor. Bu nedenle çelişkileri göremiyor ya da görmek istemiyor, dünyayı kendi gerçekliğinde göre düzenlemeye çalışıyor. Bunun için de önce ikna yöntemi kullanıyor. İkna edemezse bu sefer güç kullanmaya giriyor. Bu güç kullanımı esnasında yaptıklarını topluma açıklayabilmek ve kabul edilebilirliğini arttırmak için her zaman büyücüye ihtiyaç duyuyor. Gücü, parayı, konforlu yaşamı sunarak çoğu zaman büyücüyü satın alıyor. Bazen satın alamadığı da oluyor. Onları yok etmek çok sorun olmuyor. Sistem dışına atıyor ya da yok ediyor. Ne dense toplum bu noktada şefe bir şey demiyor. Ancak zamanla bir şeyler oluyor yok edilen büyücüler de efsaneye dönüyor.
Biraz uzun oldu galiba ama hocamın yazısında durumu tarihsel perspektiften çözümlemeye çalıştım. Farklı görüşlerle tartışmaya ve görüşlerimi gözden geçirmeye her zaman hazırım. Teşekkürler. Saygılarımla…
Coşkun hocam öncelikle makaleyi okumanız beni ziyadesiyle ile memnun etti. Üstüne üstlük ayrı bir makale gibi duran bu güzel yorumlarınız ise memnuniyetini kat kat arttırdı. Hocam yorumunuza ekleyeceğim tek şey inanın altına sadece imzamı atmaktır. Ve yorumunuza temel teşkil eden Dücane Cündioğlunun -ki ben 1990 dan beri takip kendisini takip ediyorum yıllar içerisinde düşünsel bakış açısındaki değişim ve devinimleri aslında bilimsel gerçeklik karşısında sergilenmesi gereken tavıra bir örnek teşkil eder.