Afet riski; tehlikelerin oluşma olasılığı, güvenlik açığı ve maruz kalmanın fonksiyonudur. Diğer doğal afetleri bir yana bırakırsak deprem tehlikesi; konumu, sıklığı, yoğunluğu, büyüklüğü, şiddeti, ivmesi ve diğer afetleri tetiklemesi ile karakterize edilir. Güvenlik açığı ya da kırılganlık; risk altındaki varlıkların, fiziksel özellikler ve sosyoekonomik koşullar altındaki direncini ve tehlike etkisinin yoğunluğu göz önüne alındığında bunların nasıl performans gösterdiğinin bir ölçüsüdür Yoğunluk, büyüklük ve süre gibi özellikleri içerir. Maruziyet ise belirli bir lokasyonda risk altındaki bir yerleşim yerinin; büyüklüğü, bileşimi, nüfus yoğunluğu, yapı stoğu, altyapı, kültürel değerleri ve ekonomik faaliyetleri gibi tehlikelerden potansiyel olarak etkilenebilecek unsurları tanımlar. Ülkemiz özelinde baktığımızda; ne yazık ki deprem başta olmak üzere doğal ya da yapay afetler açısından bu parametrelerin tümünü bir arada görmekte ve sonuçlarına da katlanmak zorunda olduğumuz açıktır.
Pazarcık ve Elbistan’da aynı gün içinde yaşadığımız depremler hem büyüklükleri hem de yarattıkları etki ve şiddet açısından asrın felaketi niteliğindedir. İster tarihsel ister aletsel ölçülerle kaydedilen dönemler olsun, Türkiye deprem kronolojisi; tam bir deprem ülkesi olduğumuzu apaçık göstermektedir. Maalesef, jeolojik, tektonik yapıdan kaynaklanan sismik hareketlilik; ülkemizi çok yönlü olumsuz etkilerle tehdit eden en büyük riskler arasındadır. Esasen konuyla ilgili yerbilim camiası da bunu duyurmak için neredeyse bir asırdan beri giderek artan dozdaki uyarıları ile haykırmaktadır.
Sadece korkunç deprem felaketlerine tanıklık etmekle kalmıyoruz. Aynı zamanda çok hızlı ve aşırı kentsel mutasyonla karşı karşıyayız. Üstelik adeta bir gecekondu zihniyeti ile mantar şeklinde büyütülen kentleşme sürecimizde sismik risk faktörü de ciddiye alınmamıştır. Tarım toplumunun esaslarına göre seçilmiş olan yerleşim birimlerimizdeki yoğun nüfus, sanayileşmenin de etkisi ile adeta bir kent anarşisi yaratılarak hızla fay zonlarının üzerine veya çok yakınına taşınmıştır.
Bölgede yaşanan depremlerde ortaya çıkan fay izleri göstermiştir ki patlatma ile bile çok zor kazılan kayaları parçalayarak yüzeyde 4-5 metrelik yarıklar oluşturan bir enerjinin olduğu yere veya yakınına ne tür bir yapı yaparsanız yıkımdan kurtulamazsınız. Bu riskli konumlarına ilaveten yapı stoklarının; bina geometrisi, yoğunluk, yükseklik, tipoloji, malzeme, zemin koşulları, çarpma olasılığı ve yol ağı gibi göstergelerden oluşan bir dizi parametresinin de uygun olmadığı tartışmasızdır.
Fay hatlarının doğrudan üzerinde bulunmayan ancak nispeten yakın olan, çoğu mega kentlerimizdeki yerleşim birimlerimizin de ne yazık ki uygun olmayan zemin koşullarının yanında, teknik ömrünü tamamlamış yapı stoklarından oluştuğu bilinen bir gerçektir. Eski yerleşim birimlerimizdeki yaşlanmış betonun 50-60 yıllık teknik ömrünü dikkate aldığımızda; bu kentlerimizdeki yapıların, kentsel dönüşüm adı altında aynı lokasyonlarda yıkılıp yeniden yapılması gibi inşaat süreçlerine sokulması; risklerin ve kaynak israfının periyodik olarak yaşatılması demektir. Hem zaman hem de maliyet kaybına neden olacağı belli olan bu tür bir yaklaşım yerine, kentsel gelişim stratejileri oluşturularak, proaktif bir İyileşme ve yeniden yapılandırma uygulamasına gidilmesi gerekmektedir.
Yaşanan sismik faaliyetler ve kent merkezlerinin mevcut büyüme şekli nedeniyle ülkemiz potansiyel bir tehditle karşı karşıyadır. Sadece coğrafi konumu, fay hatları ve standart dışı bina inşaatı açısından değil, aynı zamanda arazi ve arsa planlama konusundaki yetersizliği, ülkemizin depremlerde savunmasız kalma ihtimalini arttırmaktadır. Kentsel arazi geliştirme stratejileri, deprem tehlikesini azaltma planlaması dikkate alınarak yapılmamıştır. Bu nedenle, sismik aktiviteleri esas alan planlama ile arazi kullanımı ve yönetim sürecine dahil edilmesi, yıkıcı deprem riskini azaltmak için hayati önem taşımaktadır.
Gelinen noktada geçmişten günümüze tüm yönetimler, mimarlar, mühendisler, müteahhitler, zanaatkarlar, inşaatçılar, bilim adamları, başta olmak üzere toplumun tüm kesimleri sorumludur. Bundan sonraki süreçte daha sistematik bir deprem ve doğal afet dirençli yerleşim alanları yaratmak ancak bu kesimlerin popülizmden uzak ortak çabalarıyla olabilecektir.
Ülkemizde depremler kaçınılmazdır. Öyle ise her zaman bu tür bir drama maruz kalacağız. O zaman bu gerçeği kabul etmek ve tehlikelerini mininize edecek fiziksel, sosyolojik ve kültürel iklimi yaratmak durumundayız. Yani depremle yaşama kültürünü yaratmalıyız. Ancak birlikte yaşama doğanın insafına kalmak demek değildir. Aksine onunla mücadelenin yol ve yöntemlerini bilim ve teknolojinin hakemliğinde ortak akılla bulmaktır. Başka bir deyişle depremler durdurulamayacağına göre, zararlarını azaltmak ve depreme dirençli kentler kurarak yaşamı sürdürmek zorundayız.
Ülkelerin gelişmişliğinin en önemli göstergelerinden biri de deprem başta olmak üzere afet risklerine karşı gösterdiği dirençtir. Bunca acı tecrübelerden sonra gelin bu yönde gerekli adımları atalım artık. Peki yol haritamız nasıl olmalıdır?
Öncelikle arazi kullanım planlamasının yanı sıra, yerel ihtiyaçlara göre deprem azaltma politikası oluşturularak, mevzuatının geliştirilmesi kilit adımlardır. Arazi kullanım ve yönetimi politikasını paydaşlarla birlikte oluşturmak için; sorun belirleme, risk değerlendirme, planlama, arazi kullanım yönetimi politikaları geliştirme, mevzuat geliştirme, kaynak değerlendirme ve uygulama gibi temel aşamalarda, atölye çalışmaları, sempozyum ve konferanslar biçiminde katılımcı tartışma zeminleri gerçekleştirilmelidir. Bu sürecin sonunda da politika stratejileri geliştirilmelidir.
Arazi yönetimi; sürdürülebilir kalkınma prensipleri çerçevesinde, kaynakların; politik ve sosyal kurumlar ile yasal düzenlemelerle, insanoğlunun ihtiyaçlarına uygun bir yapıda tahsis edildiği karar verme süreçlerini kapsar. Arazi ve arsa kaynaklarının, bir taraftan ülkenin yerüstü ve yeraltı kaynaklarının değerlendirilmesine yönelik olarak, diğer yandan da; coğrafik, jeolojik ve tektonik yapısı dikkate alınarak olası risklere dirençli yerleşim birimlerinin, fonksiyonlarına göre kentsel ve kırsal alandaki konumlarının belirlenmesine yönelik olarak planlanması gerekmektedir.
Kalkınma ve kentleşme politikalarının oluşturulması, kamu altyapısının ve hizmetlerin yönetimi, arazi kullanım politikalarının oluşturulması ve uygulanması, yatırımların planlanmasında mülkiyet transferleri, maden, su, orman, tarım gibi üretim kaynaklarının yönetimi, çevresel etki değerlendirmeleri, deprem başta olmak üzere afetleri azaltma planlarının oluşturulması konularında, arazi yönetimi en önemli araçlardan biridir.
Bu kapsamda kısa, orta ve uzun vadeli en az 50 yıllık termin planlarıyla yapılması gereken faaliyetleri aşağıdaki şekilde ifade etmek mümkündür.
- Deprem doğurma potansiyeli olan fay hatlarının tanımlanması, olası depremlerin merkezlerinin yeri, büyüklüğü, şiddeti ile yer titreşimlerinin ivme, hız ve deplasman parametrelerinin tahmin edilerek sismotektonik dayanıklılık haritalarının hazırlanması
- Eğim, yükseklik, ana yola uzaklık, su kaynağına uzaklık, nehre uzaklık, büyüme merkezine uzaklık, kaya türü, toprak derinliği, toprak drenajı ve toprak dokusu gibi parametreleri içeren yerleşim için arazi müsaitlik haritalarının hazırlanması
- Orman, inşaat alanı, çorak alan, plantasyon, sulanan veya yağmurla beslenen tarımsal alanlar, çalılıklar, göller, nehirler ve göletler dikkate alınarak arazi kullanılabilirliği haritalarının oluşturulması
- Bu üç harita verilerinin örtüştürülerek en uygun yerleşim lokasyonlarının; depremsellik parametreleri ile inşat teknolojileri ve imar kısıtlarından sentezlenmiş olan az riskli, riskli gibi zonlar halinde belirlenmesi
- Deprem riski altındaki yerleşim yerlerinin yeniden yapılanmasına yönelik eylem planları oluşturulması
- Kentsel yoğunlukları minimize edecek desantralizasyon ilke ve yöntemlerinin belirlenmesi
- Yerleşim yeri seçimine esas olacak arazi ve arsa tahsisi ile imar ve inşaat teknolojisi uygulamalarına yönelik mevzuatın yeniden yapılandırılması
- Arazi kullanım yönetimi politikalarının gerçekleştirilmesine yönelik gerçekçi bütçe programının ve gerekli finansman politikalarının oluşturulması
- Yerleşim Yeri Yenileme ve Dönüşüm Fonu oluşturulmalı
- Bu amaçla ve siyaset üstü bir yaklaşımla, sadece bugünü değil aynı zamanda geleceğimizi de planlayabilecek özerk yapıda bir “Ulusal Kalkınma Afet ve Arazi Yönetimi Konseyi” kurulması
- Konsey karalarını hayata geçirecek bir “BAKANLIK” kurulması
Sonuç olarak ciddi deprem üretme potansiyeli olan fay hatlarımız olduğu gibi, üniform olmayan, heterojen karakterli bir demografik yapımız da sosyo-kültürel olası fay hatları olarak söz konusudur. Bir yandan fiziksel anlamdaki fay hatlarımızın risklerini azaltırken aynı zamanda yurttaşlık bilincini öne çıkararak bu yapımızı da daha homojen ve üniforma- hale getirerek hem depremle hem de yurttaşlar olarak birlikte yaşama kültürümüzü artırmak zorundayız.
Yaşadığımız deprem sonrası gerçekleşmekte olan arama kurtarma faaliyetlerinde gösterilen fedakârlık, birlik ve dayanışma örnekleri; her iki konuda da umutlandıran, bu yönde yol almamızı destekleyecek önemli göstergelerdir.