İktidar- bilgi ilişkileri her dönemde farklı formları ve dolayımlarıyla ciddi bir tartışma konusudur. Günümüzde bilgi-iktidar ilişkilerinin tartışılmasını anlamlı kılan şey, iletişim teknolojilerinde hala yaşanmaya devam eden hızlı gelişmelerdir.
Öncelikle bazı kavramları operasyonel anlamda tanımlamak ve içeriklendirmekle işe başlayabilir; ardından temel problemimizi kısaca belirtebiliriz. Bu yazımızda “iktidar” kavramını sadece devlet yönetimi anlamında merkezi iktidar için kullanmadığımızı, onu da içine alacak şekilde dispozitifleriyle yoğun stratejik siyaset üreten sivil yapılara da (küresel aktörler, ulusaşırı şirketler vb.) referans yaptığını söylemeliyiz. “Siyaset” derken de sadece devlet dolayımlı politik teori ve pratik çerçeveyi kastetmediğimizi; politik ve sivil her düzeyde strateji üretimlerini içine alacak bir genişliğe atıfta bulunduğumuzu belirtelim. Diğer yandan “bilim” kavramının modern zamanların epistemolojik kaynağı olarak bir bilgi üretme ve bilme biçimine denk geldiği hatırda tutulmalıdır.
Bu yazıda problemimiz; insanlığın önünde yoğun şekilde form kazanmış ürünler ve çıktılar olarak tecessüm etmiş, fakat farklı iktidarların siyaset etme dolayımlarından geçen “bilim”in gerçekliği temsilinin hala mümkün olup olmadığıdır. Burada bağımsız olarak bilimin çıktıları değil; siyaset tarafından dolayımlanması sorunsallaştırılmaktadır.
Tarih boyunca iktidarlar bilgiyi farklı şekillerde kontrol etmek üzere mekanizmalar geliştirmişlerdir. Ortaçağ’da kilisenin bilgiye egemenliği ve kontrolü, temel epistemolojik kaynak olarak vahye ruhbanların her bakımdan hakimiyeti ile sağlanmakta idi. Kutsal kitabı yorumlama yetkisine sahip yegane aktörler olarak ruhbanlar, zaten bu kitabın dili olan Latinceyi bilen az sayıdaki insanlardı. Bu durum, bilginin içeriği kadar uzamı ve sınırlarını da belirleme noktasında ruhbanların etkinlik düzeyini göstermektedir.
İlerleyen süreçte kilisenin matbaaya karşı çıkmasının en temel sebebi, İslam dünyasında da endişeli tartışmaları besleyen “bilgi kitlelere yayıldığı zaman tehlikeli olur” fikridir. Nitekim Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” isimli klasiğinde Katedral papazı kralın bakanı ile geçen diyalogda, matbaanın cehennem yapımı olduğunu belirttikten sonra iki önemli noktanın altını çizer. “Bu makine bir krallığı yok edebilir” derken bilgi üzerindeki iktidarı belirtir. Yine bu makine ile herkesin bir fikrinin bir başkasınınki kadar değerli sayılacağını söyler.
Modern zamanlara gelindiğinde, özellikle pozitivizmin kesin bir yöntem olarak benimsendiği dönemde bilim bir yandan tek bilme biçimi olarak görülürken, diğer yandan tıpkı daha önceki dönemdeki vahiy gibi epistemolojik bir kesinlik statüsü de kazanır. Fakat bu süreçte bilim bir yanından malzemeyi verince diğer ucundan sonuçlarını alabileceği bir makine gibi anlam kazanmıştır. Halbuki bilim ucu açık, dinamik bir süreç olup sonuç ve çıktıları sürekli değişebilen bir bilme biçimi ve etkinliktir.
Bilim metafizik ve inançtan farklı olarak insanın fenomenal dünyada (yani eşyanın insana görünür olan kısmında) akıl, bilgi ve deneyler sonucu eşyanın gerçekliğine dair bilme biçimi geliştirir. Bu bağlamda bilim, metafizik ve inanç alanıyla ilgili yargılar üretmekten kaçınmalıdır. Son birkaç yüzyılda temel sorun; bir yandan bilimin tamamen metafizik alanı inkar edip yok sayması, giderek Tanrı ile ilintisini koparması; diğer yandan inanç alanının bilimi tikel boyutlarıyla kapsamaya çalışmasıdır.
Günümüzde internet üzerinden bilginin küresel ölçekte serbest dolaşımı özgürlük bağlamında yorumlanarak olumlanmaktadır. Bilginin gerçekten serbest dolaşımını olumlamakla birlikte, gerçekte durumun ne olduğuna dair bir soruya cevap aramak da elzemdir. Dünya ölçeğinde farklı televizyon kanalları, internet siteleri olmakla birlikte bu kanallara “bilgi” veren ajansların bilginin uzamı, sınırları ve içeriğini kontrol ettikleri ve filtrelediklerini nereye oturtacağız? Özellikle günümüzde bireylerin monadik varlıklar olarak kendi bireysel sınırlarında epistemolojik akışın internet tarafından sağlandığı gerçeği küresel siyasetler tarafından dolayımlanmış bir bilgiyi tartışmayı zorunlu kılmaktadır. Doğrusu Michel Foucault’nun bilgi-iktidar ilişkileri konusundaki derin analizleri önemli bir referans olarak burada hatırlanmalıdır.
Bilhassa modern zamanlarda “bilimin epistemolojik kes(k)inliği” düşüncesi, üniversitelerin bilimsel çıktılarının bir kısmının siyasetin dolayımına sokulması sonuçlarıyla önümüze gelmiştir. İlkin küresel ölçekte farklı devletlerin bilgiyi kontrol etmeleri biçiminde görülürken, ikinci olarak şirketlerin kendi ürünlerine meşruiyet kazandırmak üzere üniversiteleri fonlamaları şeklinde tezahür etmiştir. Elbette burada üniversitelerin bilim anlamında tüm çıktılarının siyaset dolayımından geçtiğini iddia etmiyoruz. Ancak Batı’da birçok üniversitelerin araştırmalar bağlamında fonlanmaları üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bu durumu bir yazımda “parayı ver, hakikati belirle” şeklindeki başlıkla ifade etmiştim.
Postmodernlik özellikle “akıl”, bilim” vb. kategorileri ve bu arada “bilimsel kesinliği” geçersizleştiren söylemler ortaya koymuştur. Postmodern durumda ise bilginin kontrolü bir yandan “post-truth” yaklaşımıyla diğer yandan enformasyon bolluğu yaratılıp bilgide şüpheler oluşturarak sağlanmaktadır. Bu arada küresel ölçekte “güç”ler devreye girerek epistemolojik ağların kontrolü yoluyla kitleleri belirli rotalara yönlendirmektedirler. Siyaset-bilim ilişkisinde bugün hacmi devlet bütçelerini aşan küresel aktörlerin dolayımladığı ve önümüzde bir ”tüketim ürünü” olarak tecessüm etmiş tikelliklere bakmak lazımdır. Bunların epistemolojik kesinliği ise kendinden menkul propagandalar tarafından sağlanmaktadır ki, “ilmi kesinlik”ten ziyade “ikna” süreçlerine dayanan retorik patlaması bu durumu gösteren done olarak okunabilir. “Burhan”a karşı epeydir gözlemlediğim ilgi kaybı, en azından sofistlerin yükselişine işaret ediyor görünmektedir.