Aslında bu yazımda, kendi bilim dalımdaki son gelişmeleri, Belçika’da yapılan “The 11. OLV College on Endoscopic Cardiac Surgery, Endocsopic Mitral Valve Reapair” ve Dr. William Wijns başkanlığında yapılan “Translating ESC/EACTS Revascularization Guidelines in Practice” toplantıları ışığında ele almak, tartışmak istiyordum. Ancak “siyasetin üniversitelerin alanına bu denli girmesi” nden (Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Yunus Söylet’e katılıyorum: Bu durum “Doğru değil”) ve beni, herkesi ve geleceğimizi doğrudan ve “irreversibl” etkileyen ülke gelişmelerinden yoğun biçimde etkileniyorsunuz.
Beni en çok etkileyen ve dehşete düşüren, “savaş” sözcüğünün (ve imasının) bu denli kolay bu denli fütursuzca etkili ve yetkili ağızlarca dile getirilmesi oldu. Yıllar önce adını hatırlayamadığım (Kendisinden özür dilerim) bir yazarımız, savaş sonrası Almanya’da öğrenci iken sınıfında babasından hiç söz edemediğini yazmıştı. Çünkü sınıfındaki öğrencilerin neredeyse tamamının babası savaşta ölmüştü. Dünyanın yedi harikasından biri, Kamboçya’da bulunan Angkor Wat. Gerçekten büyüleyici, olağanüstü. Bu dünya zenginliğinin benzerinin Vietnam’da bulunan “My Son” olduğunu okuyup burayı gördüğünüzde hayal kırıklığına uğruyorsunuz. dört milyon Vietnamlı sivil ve 1 milyon savaşçının ve 53 bin Amerikalı askerin hayatına mal olan ve yıkımdan başka hiçbir sonucu olmayan Vietnam Savaşı’nda bu bölge neredeyse tamamen yıkılıp yok edilmiş. Irak katliamlarında kaç can yok oldu gitti: Ne için? Siz savaşın ne olduğunu biliyor musunuz?
Bilinen öyküdür; boğulanı kurtarmak için denize atlayanın zor bela denizden çıktıktan sonra ilk sorusu “Beni denize kim itti?” olmuş. Bizi Orta Doğu’nun vahşi uzak denizlerine kim itti ve üstelik yüzme biliyor muyuz?
Günümüzde gelişmiş, gelişmekte olan, gelişmeye niyetli olan, aklı azıcık başında ülkelerin hiç birinde savaş sözü edilmiyor. Tarihi çok iyi bilmek bile gerekmiyor görmesini bilene. Başka ülkeleri çok isteyenler de kolay yolu buldular, satın alıyorlar. Kendini satacak kaç tane ülke kaldıysa…
Çok merak ediyorum, biz de kendi insanlarımıza eziyet ediyor muyuz, demokrasimiz ve insan haklarımız ne durumda? Bu, bize karşı savaş ilanı için uluslararası bir bahane oluşturur mu?
Zor günler her zaman bir ülkenin başına gelebilir: iç ve dış savaş, ekonomik kriz, deprem, nükleer patlama… Önemli olan bu zor günleri aşabilecek, oluşan hasarı giderebilecek sisteminiz, düzeniniz, nitelikli, üretken, yaratıcı elemanlarınız var mı?
Sağlıkta niteliğin, kalitenin artık pek bir önemi kalmamışsa, sorun yalnızca hekim sayısını arttırmaksa, bu kadar tıp fakültesi, eğitim, maaş vb. için para harcamaya gerek yok. Tıp eğitimi açık öğretim yoluyla verilsin. Hatta buna bile gerek yok; ortaöğretimden seçilenlere tıp diploması, diplomalılardan seçilenlere uzman diploması verilsin.
Boşuna kendimizi kandırmayalım. Akın akın yabancı hasta gelecekmiş… Diğer ülkelerde “hastaların” ve göndericilerin gönderilecek ülkelerin genel durumunu, sağlık kalitesini, güvenirliliğini ve sağlıkta gidişini izlemediklerini mi sanıyoruz? Unutulmamalı ki, sağlık olgusu “ucuz olmak” ya da güzel binalar yapmak değildir. Dua edelim, Irak’ın vb. ülkelerin sağlık sistemi düzelmesin…
Bu üniversite hastanelerinin işlevsizleştirilmesi, niteliğin göz ardı edilmesi, özelleşme çılgınlığı durmazsa, korkarım yakında eski günler geri dönecek. Paralı hastalar Avrupa’ya, Amerika’ya, parasızlar kuyruklara. Kuyrukta yer bulamayanlar üfürükçülere, sahtekârlara, mezara.
Sayın yetkililer, üniversite hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devri için bu aşırı çaba neden? Derin bir nefes alın ve düşünün, tüm yöneticileri siz atamadınız m?
“Apple”nin kurucusu Steve Jobs’un ölümü beni etkiledi. Bir kalp cerrahı olarak pek çok kez ölümle karşılaşabiliyorsunuz, ölüm gerçek. Kendiliğinden gelişen bir saygı ve sevgi seli içinde ve olumlu yaptıklarınla “mutlu” olarak dünyayı terk ediş. Ne güzel. Gerçekten de dünya hiç kimseye kalmıyor. Bir şekilde dünyayı ele geçirmiş olsan da. Ya yaptıkların nasıl anımsanıyor?
Sevgiyle kalın.