Notlarımı karıştırırken "önemli" diye işaretlediğim ve Medimagazin’e göndermek üzere hazırladığım bir yazıya rastladım. Dört yıl kadar önce (04 September 2006) "New Scientist"de Philip Cohen imzasıyla yayımlanan bu yazıda, son 50 yılın en çok gelişen ya da değişen bilim dalının genetik bilim dalı olduğu vurgulanmaktadır. Zira son 50 yıldır insan olarak hangi şziksel ve çevresel özelliklerimizin kalıtsal olduğuna ilişkin yapılan çalışmalar ve elde edilen bulgular çok önemli bilgilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunların başında "genom projesi" diye adlandırılan projeyi saymak herhalde doğru olacaktır. Son 50 yılda elde edilen bu ilerlemenin çok önemli bir özelliği de, genetikteki teknolojik ve bilimsel ilerlemelerin hiç zaman kaybetmeden tarım, biyoloji, tıp, zooloji, hatta antropoloji ve adli tıp gibi diğer alanlara aktarılarak hemen uygulamaya konması ve dolayısıyla insanlığın hizmetine sunulmaya başlanmasıdır.
İnsanoğlu asırlar boyunca akraba bile olsalar bazı özelliklerinin neden sonraki kuşaklarda ortaya çıktığı ya da çıkmadığının çözümü ile uğraşmıştır. Diğer bir deyişle, Adem ve Havva’dan beri anne-babalar çocuklarının kime benzediğini hep merak etmişler ve çeşitli tahminler ileri sürmüşlerdir. Yapılan bu tahminler ya da gözlemler "pangenez" ya da "pangenezis" kuramından "Lamarkizm" kuramına kadar çeşitli evrelerden geçerek kalıtımın temel ilkelerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yeri gelmişken, bu tarihsel iki terimi de kısaca açıklamak ihtiyacı duyuyorum. "Pangenez" ya da "karmaşık kalıtım" olarak adlandırılan kalıtım hipotezine göre; ovum ve spermiumun anne ve baba vücudunun her bir hücresinden birer parça içermekte ve kişinin kalıtsal özellikleri de bu şekilde kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır: "Karmaşık kalıtım". "Lamarkizm" ise canlının çevre koşullarına uyan ya da kendisi tarafından devamlı kullaılan organları sonraki kuşaklara aktarılırken diğer organlar dumura uğramakta ve böylece değişim ve dolayısıyla evrim olgusu gerçekleşmektedir. Günümüzde artık bu iki kuramın da geçerliliğini yitirdiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Bununla beraber, böylesine yaşanan bilgi kirliliği içerisinde modern genetiğin temelleri Mendel’in bezelye bitkisi ile yaptığı deneylerle birlikte atılmıştır. Bu suretle gen, dominant, resesif, alel, fenotip, genotip kavramları bilgilerimiz arasına girmiştir.
Mendel’in (1822-1884) deneylerinden yaklaşık 100 yıl kadar sonra DNA molekülünün keşş ile de (1953) DNA ikili sarmalı, kimyasal harfler ve DNA bazları gibi terimleri öğreniyoruz.
İnsan Genom Projesi (HUGO) çalışmalarından elde edilen bulgular sonucunda insan kromozomlarında 3 milyar DNA bazının olduğu ve bunların tüm genlerimizi kapsadığı öğrenildikten sonra insan genetik yapısı diğer canlılarla karşılaştırılarak insandaki kalıtsal hastalıkların tedavisine yönelik girişimler cesaretle hızlanmıştır. Bir diğer önemli teknolojik gelişme olan polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ise herhangi bir insan dokusundan adli tıp uygulamalarına geçilmesi, insan atalarının bulunması, evrim çalışmaları, arkeolojik kalıntıların ve fosil DNA sının incelenmesi gibi alanlarda da imkân dahiline girmiştir.
Kalıtsal hastalıkların tedavisi bir yana, isteğe uygun bebek yapma aşamasına kadar uzanan genetik gelişmeler, moleküler genetikteki gelişmelere ayrı bir ivme kazandırması sonucunda artık, bugünkünden de değişik bir moleküler genetik anlayışı ve uygulamalarına doğru yol alınmaktadır.
İçinde bulunduğumuz zaman dilimi içerisinde, tedavisi olanaksız gibi görünen pek çok kalıtsal hastalığın, çok değil 10 yıl kadar sonra sıradan birer hastalık haline geleceğini söylemek kehanet olmayacaktır.
Ülkemizdeki genetik gelişmelere gelince; bu alandaki çalışmaları küçümsemeden, özellikle devletin ilgili kuruluşları tarafından desteklenmesi gerekir. Zira bizde un da var, şeker de var, su da var ama henüz yeterince helva yapılamıyor, çok yakında helvayı da yiyeceğimize yürekten inanıyorum.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.