1867 yılında Japon İmparatoru Kömei öldü. Ardından ikinci oğlu S. M. Meiji yine o yıl tahta çıktı. Hemen ertesi yıl samurayların yardımını alan Meiji, Tokugawa Şogonluğu’na son verdi ve ülkenin yönetimini fiilen ele geçirdi. Babası Kömei’nin aksine, İmparator Meiji çok yenilikçi ve reformist bir liderdi (1). Modernleşmeyi destekleyerek yüzyıllardır kabuğuna çekilmiş Japonya’yı, 1868 yılında yayımladığı Beş Maddelik Ant’la Batılılaşma yoluna sokan ilk adımı attı. Bu Ant şu beş ilkeyi içeriyordu: Danışma Meclisleri Kurulması, Sosyal Sınıfların Birbirine Karşı Anlayışla Yaklaşması, Toplumda Kendi İsteğiyle Hareket Etme Hakkı, Eski Yöntem ve Geleneklerin Kaldırılması ve Dış Dünyadan Bilgi Edinme ve Güçlenme (2).
Reformist ve vizyon sahibi bir lider olan İmparator Meiji yüzyıllardır içine kapanık olan, derin Japon kültürünün dünyaya açılması gerektiği gerçeğini görmüştü. 1871 yılında feodal toprak düzenini kaldırdı. 1872 yılında, eğitime el attı ve yeni bir okul sistemi kurdu. 1885 yılında hükûmette kabine sistemini benimsedi. 1889 yılında Anayasa’yı yürürlüğe koydu. 1890 yılında bir parlamento oluşturdu.
İmparator Meiji, Japonya’nın bir başka büyük kültür olan Osmanlı İmparatorluğu’yla da temas kurması gerektiğini biliyordu. 1887 yılında Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid’e armağanlar gönderdi. Dünyanın neredeyse öbür ucundaki Japonya’dan gelen, İmparator Meiji’nin armağanlarını taşıyan gemi İstanbul boğazına girdiğinde, direğinde asılı Japon bayrağı ilk kez Osmanlı topraklarında dalgalanıyordu. İlk kez 1887 yılında temas eden bu iki derin kültürün derin dostluğu da o gün başlamış oldu.
Japon bayrağında Güneş, bizim bayrağımızda da Hilal vardı. Güneş ve Hilal bir araya gelmiş oldu. Bayrağında Güneş olan bir millet ve bayrağında Hilal olan bir milletin bir araya gelmesi hayra yoruldu. Biz kardeşiz denildi ve Japon temsilciler büyük sevgiyle karşılandı. En güzel şekilde konuk edildi.
Japon heyeti meşhur ve içten misafirperverliğimizle ağırlanıp, uğurlandı. Şimdi Osmanlı İmparatorluğu’nun bu güzel ve anlamlı ziyarete karşılık vermesi gerekiyordu. Kemal Reis, Oruç Reis, Barbaros Hayreddin Paşa, Piri Reis, Turgut Reis, Ali Reis gibi çok büyük denizciler yetirtişmiş bir kültürdük. Koca Akdeniz’i Türk Gölü haline getirmiş bir medeniyettik. Buna karşın, o zamana kadar hiçbir gemimiz okyanus ötesine sefer yapmamıştı. Dünyanın öbür ucundaki Japonya’ya kadar, o çok uzun okyanus ötesi yolculuğu nasıl yapacaktık?
Elbette Osmanlı İmparatorluğu yapılması gerekeni yapacaktı. Dönemin Bahriye Nazırı yani Denizcilik Bakanı Hasan Hüsnü Paşa hemen bu konuyla ilgili görevlendirildi. O yıllarda Denizcilik Bakanlığı’mız vardı. Her yanı denizlerle çevrili bir ülkenin mutlaka Denizcilik Bakanlığı olmalıydı. Ne yazık ki bugün öyle bir bakanlığımız bulunmamaktadır. Hemen fark edeceğiniz gibi, bu durum kültürümüzde nelerin erozyona uğradığına dair düşündürücü örneklerden biri olarak göz önünde durmaktadır.
Denizcilik Bakanı Hasan Hüsnü Paşa sarayın armağanlarını Japonya’ya götürecek gemiyi seçmek için uzun bir süre düşündü. Tüm denizciler bu görev için seçilecek gemiyi merakla beklemekteydi. Çünkü II. Abdülhamit döneminde donanma berbat bir haldeydi. Abdülhamit donanmayı, denizciliği hiç sevmezdi çünkü kendinden önce padişah olan Sultan Abdülaziz denizciler tarafından devrilmişti. Bu nedenle II. Abdülhamit, Abdülaziz’in başına gelen benim de başıma gelmesin, beni de devirmesinler korkusuyla donanmayı Haliç’e mahkûm etmişti.
Oysa Sultan Abdülaziz döneminde donanma tarihinin en üst seviyelerinden birini yakalamıştı ve çok güzel gemilere sahipti. Buna karşın, II. Abdülhamit döneminde bu güzelim gemilerin hepsi çürümekteydi. Ve dünyanın diğer ucuna, Japonya’ya gidilmesi gerekmekteydi. İlk kez okyanus ötesine gidilmesi gereken böylesi zorlu görev için hangi geminin seçileceği ve kimlerin görev alacağı merakla beklenmekteydi. En sonunda, Hasan Hüsnü Paşa geminin adını açıkladı: Ertuğrul Fırkateyni.
Ertuğrul Fırkateyni ismi duyulunca, bütün denizciler isyan etti. Bu karar Kasımpaşa’da büyük bir tepkiyle karşılandı. Kasımpaşa’da Tokatlının kahvesi vardı. Bu kahveye öyle her denizci giremezdi. Üst rütbeli amiraller yani, subaylar girebilirdi. Tokatlının kahvesinde, o büyük kaptanlar isyan etti. Genel olarak konuşulanlar şöyleydi: “Olamaz efendim! Ertuğrul Fırkateyni Japonya’ya nasıl gitsin? Ertuğrul tam 11 yıldır dubaya bağlı duruyor. 11 yıl Haliç’ten dışarı çıkmamış. Dibi midye bağlamış bir gemi. Ertuğrul’u bıraksan Marmara’yı geçse bile, Ege’de ara ki bulasın. Mümkün değil gidemez! Ertuğrul bir Fırkateyn, 3 direkli, küçük bir de kazanı var. Daha uygun başka gemiler var. Bu göreve onlar gitmeli.”
Bu iyi niyetli eleştirilere karşılık olarak Bahriye Nezaretinden açıklama yapıldı: “Efendim, o gitsin dediğiniz gemilerin hepsi zırhlı, buharlı, kömürlü. Ama biz onları İngilizlerden ya da Fransızlardan aldık. İlk kez Japonya’ya gideceğiz. Ertuğrul Haliç Tersanesi’nde yapılmış ve bir Türk’ün, bizim yaptığımız bir gemi. Bu nedenle kendi yaptığımız gemi gidecek.”
Bu kararın arkasında yatan gerçek ise, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’nın Ertuğrul’un kaptanlığını Yarbay Ali Bey’e verdiği gün ortaya çıktı. O gün Kasımpaşa’daki Bahriye Nezaretinde, Cezayirli Hasan Paşa Kışlası olarak da bilinirdi, Hasan Hüsnü Paşa pencerede Haliç’e bakmaktaydı. Paşanın önünde Ertuğrul, dibi midye bağlamış, hurda, ahşap gemi suda yatmaktaydı. Paşa Ertuğrul’u düşünceli gözlerle süzerken, Yarbay Ali Bey’in yanına gelmesini beklemekteydi ki görevi kendisine verecekti. Kapı vuruldu ve Kaptan Ali Bey içeri girdi.
“Nazırım beni emretmişsiniz” diyerek kapıyı ardından kapattı Ali Bey. “Evladım sarayın armağanlarını Japonya’ya sen Ertuğrul’la götüreceksin” diye söze başladı Hasan Hüsnü Paşa. Bunun üzerine Kaptan Ali Bey uygun bir üslupla itiraz edecek oldu: “Emredersiniz nazırım fakat siz de biliyorsunuz ki, Ertuğrul işte önünüzde duruyor, 11 yıldır Haliç’te bağlı yatıyor”. Kaptan Ali Bey cümlelerini tamamlayamadan Nazır öfkeyle çıkıştı: “Yeter! Anladım. Biliyorum. Tokatlının kahvesinde herkes aynı şeyi konuşuyor. Ben bunları bilmiyor muyum sanıyorsun evladım?”
Hasan Hüsnü Paşa Kaptan Ali Bey’i, kocaman bir dünya haritasının durduğu, harita masasının önüne getirdi. Paşa parmağını haritada bir yere koydu ve konuşmaya başladı: “Burası İstanbul”. Ardından Paşa parmağını haritanın öbür ucuna götürdü ve devam etti “Burası da Yokohama Limanı. İşte bu çok uzun mesafeyi Ertuğrul ile gideceksin.”
Biraz mahsunca bir ifadeyle Paşa konuşmaya devam etti ve Kaptan Ali Bey’e gerçeği anlatmaya başladı: “Bak evladım, sana bir miktar kömür verebilirim. Sen bu kömürle Ertuğrul Japonya yolu sırasında uğradığı limanlara girerken ya da çıkarken, kazanı yak, dumanı tüttür, düdüğü öttür. Denizciliğin şanını yerine getir. Ama evladım açık denizde kıyı görünmez olduğunda, hemen kazanı söndür. Yelken açarak git.” Kaptan Ali Bey şaşkınlıkla sordu: “Bunca yolu yelken açarak mı gideceğim?” Bunun üzerine “Evet evladım” dedi Hasan Paşa ve devam etti: “Çünkü bizim bunca yolun kömürünü alacak paramız ne yazık ki yok.”
Kaptan Ali Bey anladı ki, zaten donanmanın elinde onca yolu gidecek tek gemi Ertuğrul’du çünkü diğer bütün gemiler yani, İngilizlerden Fransızlardan alınan gemiler sadece kömürle buharla gidebilmekteydi. Oysa imparatorluğun kömür alacak parası yoktu. Hem yelken donanımı olan hem de bir kazanı olan tek gemi Ertuğrul’du. Zaten amaç bizim yaptığımız yani, Haliç Tersanesi’nden çıkan bir gemiyi göndermekse, Mukaddeme-i Hayr adlı bir gemimiz vardı. Onu da biz yapmıştık ama Mukaddeme-i Hayr gidemezdi. Çünkü onun yelken donanımı yoktu, sadece kazanı vardı ve gemiyi yürütecek kömür için bütçe yoktu (3).
“Evladım” dedi Hasan Hüsnü Paşa “İstemiyorsan göreve başkasını atayayım”. Durumu anlayan Kaptan Ali Bey hemen cevap verdi: “Hayır, hayır Nazırım. Görevi kabul ediyorum. Ertuğrul’la gidiyorum. Bu benim için büyük bir onurdur.” Koskoca bir milletin onuru söz konusuydu. Ve Kaptan Ali Bey milletini böyle zor bir durumda asla yalnız bırakmayacaktı.
Kaptan Ali Bey çok usta, iyi bir denizciydi. Ve bu görevin Ertuğrul gibi ahşap ve hurda bir gemiyle çok zor olacağını bilmekteydi. Hatta sağ salim geri dönme olasılıklarının çok az olduğunu da hemen öngörmüştü. O nedenle Nazırdan tek bir isteği oldu. Kendisi geri dönüşü olmayan böyle bir görevi, milleti için hiç düşünmeden kabul etmişti ama yanında götüreceği mürettebatın zorla böylesi bir ölüm görevine atanması vebalini üzerine alamazdı. Ve Nazırdan rica etti: “İzin verirseniz, bu göreve zorla biz denizci seçmeyelim. Bırakalım gönüllü olan varsa, bu görevde benim yanımda olsunlar.”
Bu görüşmenin ardından Kaptan Ali Bey Haliç Tersanesi’ne gitti. Ertuğrul hurda bir gemiydi. Bir an önce de yola çıkması gerekmekteydi. Haliç Tersanesi’nde denizcilere seslendi: “Yiğitlerim, beni zor bir görev bekliyor. Ertuğrul Japonya’ya gidecek biliyorsunuz. Bu gemi yolda devamlı bakım ister. Çok zor ve tehlikeli bir yolculuk biliyorum. Sizleri zorlayamam. Bu yüzden aranızdan gönüllü istiyorum.” Ve bunun üzerine, bütün Haliç Tersanesi gönüllü oldu. “Bu göreve beni al, beni al, beni al.” diye yalvardılar. Tüm denizcilerin böylesi bir vatan sevgisiyle gönüllü olmasından çok etkilenen Kaptan Ali Bey, aralarından seçim yaptıktan sonra şunu söyledi: “Yukarıda rüzgâr, aşağıda emek, Ertuğrul böyle yüzecek.”
14 Temmuz 1989, İstanbul’da pırıl pırıl bir yaz günüydü. Bütün İstanbullular boğazın kıyısına toplanmıştı. Ve Ertuğrul marşlarla, şarkılarla, şiirlerle uğurlandı Japonya yolculuğuna. İstanbullu bir halk ozanı tarafından şiir bile yazıldı Ertuğrul için (3):
Besmeleyle Ertuğrul’um demir aldı
Hep ahali sahillerde baka kaldı
Çoluğun çocuğun feryadı arşa vardı
Hak selamet versin şanlı Ertuğrul’a
Üç direkli fırkateyndir gemimiz
Kimimiz bekarız, evlidir kimimiz
Gayret edin çocuklar Japonya’dır yolunuz
Hak selamet versin şanlı Ertuğrul’a
Ertuğrul göğsünde taşıdığı, vatan sevgisi dolu denizcilerle Japonya’ya 11 ayda vardı. O yıllarda bir geminin 3 ya da 3 buçuk ayda alacağı yolu Ertuğrul 11 ayda tamamlayabilmişti. O koşulda bir geminin Japonya’ya varabilmesi bile bir mucizeydi aslında.
Yokohama Limanı’nda bir sabah sisler arasında yaklaşan bir cisim göründü. Japonlar gördüklerinin ne olduğunu anlamaya çalıştı önce. 11 aydır denizle savaşan yorgun Ertuğrul’du gelen. Yelkeninde yamanmadık yer kalmamış, güvertesinin her tarafına yama tahtalar çakılmıştı. Japonlar durumu öğrenince, böyle bir geminin dünyanın öbür ucundan gelmiş olabileceğine inanamadı. Böylesi bir gemiyle, bu kadar yolu gelebilen Türkler gerçekten büyük denizci bir milletmiş diye derin bir saygı duydular.
Karaya çıkan denizcilerimiz bu saygı dolu bakışlar arasında Tokyo’ya gitti. II. Abdülhamid’in armağanını Japon İmparatoru’na sundu. Geri dönüş öncesi, Japonlar şaşkınlık ve endişe içinde şunları dile getiriyordu: “Türklerin buraya kadar böyle bir gemiyle gelmesi, bir mucizeyi gerçekleştirmekti ama mucize bir kez olur. Geriye bu haldeki bir gemiyle nasıl dönecekler?” Kaptan Ali Bey de aynı hayati soruyu kendine soruyordu: “Geri dönebilecek miyiz?”
Japon yetkililer saygı duydukları Türk denizcilere bir öneride bulundu: “Size yeni bir gemi verelim. Bu gemiyle bu yolculuğa çıkılmaz.” Kaptan Ali Bey nazikçe ama kendinden emin bir şekilde bu öneriyi yanıtladı: “Ben gemimi bırakmam.” Bu onurlu duruş Japonların bize duyduğu saygının daha da artmasına neden oldu.
Karşılarında ne kadar onurlu bir millet olduğunu çok daha iyi anlayan Japonlar bu konuda fazla ısrar etmedi. Alternatif olarak şu öneriyi sundular: “Peki tamam, Ertuğrul’la dönün ama lütfen 2 ay bekleyin, konuğumuz olun. 2 ay hiçbir yere gidemezsiniz. Çünkü gelirken şanslıydınız ama şimdi burada fırtına zamanı. Okyanustan ardı ardına tayfunlar gelir. Öyle ki biz bu 2 ayda balık tutmak için bir kayığı bile bırakmayız denize. Lütfen 2 ay bekleyin öyle gidersiniz.”
Zaten çok az paraları kalmıştı. Bir de iki ay burada beklemeleri demek, iki ay burada para harcamaları anlamına geliyordu. Ve bu taktirde, geri dönüş yolculuğunda uğrayacakları limanlardan, gerekli erzakı ya da malzemeyi alacak paraları kalmayacaktı. Kaptan Ali Bey kurmaylarıyla toplandı. Ne yapmaları gerektiğine dair kendilerine fikir sordu. Biri şöyle bir öneride bulundu: “Kaptanım Japonlardan 2 aylık borç para alalım ve burada bekleyelim.” Ali Bey şöyle karşılık verdi: “Bak yiğidim, senin o söylediğin bizi okyanusta bekleyenden bile daha büyük bir tehlike. Ben bunca yolu dilenmek için gelmedim. Bu millet hiçbir zaman kapılarda dilenci olarak anılmayacak. Buna izin vermem. İsteyen gemiden insin. İnen olursa, hiçbirine kırgın dargın değilim ama ben sabah kalanlarla geri dönüyorum.”
Ertesi sabah Kaptan Ali Bey güneş doğmadan kaptan köşküne geldi. Yardımcısına “Kaç eksiğimiz var?” diye sordu. “Hiç eksiğimiz yok kaptan. Bütün denizciler görev yerinde” cevabını aldı. 600 denizciden bir kişi bile terk etmemişti Ertuğrul’u. Japonlar son bir kez daha adeta yalvardılar iki ay bekleyin diye. Ama onurlu, vatansever denizciler “Biz çok özledik çoluğu çocuğu. Gidelim artık” dediler ve bir sabah, Japonların saygınlık ve hüzün dolu bakışları arasında Ertuğrul’la limandan 12 Eylül 1890 günü ayrıldılar.
Limandan ayrıldıktan 4 gün sonra, Ertuğrul kendini büyük bir fırtınanın ortasında buldu. Gökyüzü simsiyah bulutlarla kapanmıştı. Rüzgâr tüm şiddetiyle esiyordu. Rüzgârın güçlü uğultusuna, sadece Ertuğrul’un emektar tahtalarına sertçe vuran dalga sesleri eşlik ediyordu. Dalgaların boyu 10 – 15 metreye varıyordu. Ertuğrul’un ambarında bulunan, aceleyle, aralıksız çalışan ustalar, açılan delikleri kapatmaya tahta yetiştiremiyordu. Ertuğrul bir fırkateyndi ve iç denizler için yapılmıştı. Okyanusun fırtınasında, dev dalgaların arasında, şaşkın ve neredeyse teslim olmuş vaziyette bir o yana bir bu yana sallanıyordu.
Mürettebat elinden gelen tüm çabayla gayret ediyor, Ertuğrul’u onarmaya çalışıyordu. Ama dur durak bilmeden oluşan hasarlara yetişemiyordu. Emekçilerin tüm çabalarına rağmen, Ertuğrul giderek daha da fazla su alıyordu. Yaşlı fırkateyn yorgunluğun teslim olma sınırına yaklaşmıştı. Bitkin tahtalarının gıcırtısı bile yavaş yavaş azalmaya, kendini bırakmaya başlamıştı.
Bu koşuşturmacanın, bu hengâmenin ortasında, ambara inen merdivenlerin başında birden Kaptan Ali Bey göründü. Kaptanın üzerinde büyük üniforması vardı. Kaptanı bu üniformasıyla gören tüm denizciler koşuşturmacayı aniden bıraktı, adeta donmuş gibi oldukları yerde kala kaldılar. Kaptanların büyük üniformaları sarı düğmeli, apoletli sırmalıydı. Bir kaptan büyük üniformasını, gemisi bir limana girerken ya da çıkarken tören için giyerdi. Ama fırtınanın ortasında eğer büyük üniformasını giymiş ise bunun bir tek anlamı vardı: son liman…
Kaptan Ali Bey’i ambara inen merdivenlerde büyük üniformasıyla gören işçiler, emekçiler ellerindeki tahtaları bıraktılar. Telaş sesleri azalarak yok oldu. Sadece rüzgârın ve dalgaların sesi duyuluyordu. Bir işçi elindeki keseri masaya koydu, bir başkasının avuçları açıldı ve çiviler yere döküldü. İşçilerden biri son bir umut nefesiyle “Efendim, dayanabiliriz, biraz daha dayanabiliriz” dedi ama Ali Bey şunu söyledi: “Yiğitlerim yukarıda mizana direğimiz kırıldı”. Bu çok kötü bir haberdi çünkü fırkateyn üç direkliydi ve bu üç direk aşağıda omurgaya bağlıydı. Eğer üç direğinden biri kırılırsa, gönyesi şaştı mı, o gemi batıyor demekti. Artık hiçbir güç o gemiyi su üstünde tutamazdı.
Ali Bey konuşmaya devam etti: “Sizler elinizden geleni yaptınız. Sizlerle birlikte olmak büyük onurdu. Hepinize teşekkür ederim. Artık başınızın çaresine bakın.” Ambarda çalışan işçilerden biri seslendi: “Kaptanım asıl sizinle birlikte olmak büyük bir onur. Ama desenize biz bunca zaman ellerimizle kendi tabutumuzu çakmışız”. Ali bey karşılık verdi: “Evet bu bir tabut. Ama her çivisi her tahtası senin olan bir tabut. İçinde rahat uyu.”
Ambarda bu konuşmalar yaşanırken, güverteden heyecan dolu bir ses geldi: “Ali Bey, Ali Bey, buraya gelin lütfen.” Ali Bey güverteye çıktı. “Bakın, bakın efendim, bir mucize, ileride bir deniz feneri var. Deniz fenerinin arkasında sütliman deniz var. Kurtulduk demek bu.” Kaptan hemen harita odasına gitti, kerteriz aldı. Haritadan Oshima adası ve hemen önlerinde Kashinozaki Deniz Feneri olduğunu gördü.
Direk kırılmıştı ve batıyorlardı. Her şey bitti derken bir umut ışığı doğmuştu. Simsiyah bulutların arasından, küçücükte olsa bir ışık huzmesi görünmüştü sanki. Tüm mürettebat yalvaran gözlerle, nefeslerini tutmuş, Kaptan Ali Bey’den gelecek emri bekliyordu. Umutla ölüm arasındaki bu araf sessizliğini, Ali Bey’in gür sesi bozdu: “Fayrap! Fayrap! Fayrap!”
Ertuğrul’da birden kulaktan kulağa fayrap sesleri yükselmeye başladı. Bu emir şunu anlatıyordu: yanacak ne varsa hepsi kazana atılacaktı. Son bir buhar gücü için herkes elden ele, yanabilecek ne var ne yok hepsini kazana atmak için tüm gücüyle çalışmaya başladı. Gemideki sandalyeler, masalar, her şey kırıldı. Tahtalar elden ele kazana gönderildi, öyle ki parmakları kırılma, tırnakları kopma pahasına, denizciler güverte tahtalarını da söktüler. Hatta sevdikleri için Tokyo’dan özene bezen aldıkları, o Japon ipekli kumaşlarını bile elden ele kazana attılar çünkü İstanbul’a götürecek en güzel armağan kendi canlarıydı.
Kazanında atılan onca eşyanın yanmasıyla oluşan buhar gücüyle, Ertuğrul yaralı bir hayvan gibi kükredi ve yaydan fırlayan bir ok gibi hızla dalgaların üstünden deniz fenerine doğru yol almaya başladı. Mürettebat bir umutla hayata tutundu. Kurtulma sevinci ter ve deniz suyundan ıslanmış yorgun yüzlerde küçük tebessümlerle ışıldadı. Ertuğrul büyük bir dalgayı aştı, dalganın ardından su alçalınca, her yerin kayalık olduğu görüldü. Yanlış yöne gitmişlerdi. Fırtınada faryapmış, o buhar gücüyle giden bir gemiyi yavaşlatmak imkânsızdı. Denizcilerimizin yüreklerinde sönen umut ışığının sessizliğinde, Ertuğrul kayaların arasına süratle girdi.
O gece, Kushimato Köyü’nde bulunan Kashinozaki Deniz Feneri’nin kapısı uzun uzun çalındı. Japon fener bekçileri kapıyı açtıklarında, karşılarında sırılsıklam, yaralı adamlar gördüler. Bir geminin battığını biliyorlardı ama karşılarındakilerin kim olduğunu anlayamadılar. Çok farklı dilleri konuşuyorlardı. Zar zor iletişim kurmayı başardılar ve yardım isteğini sonunda anladılar. Ama fenere ulaşmayı başaran 69 denizcimizden başka kimseye ne yazık ki yardım edilemedi. 500 ü aşkın denizcimizi o gün, kayalara vuran öfkeli dalgaların arasında kaybettik.
Bu trajik olaydan yüzyılı aşkın bir süre sonra, değerli sanatçımız Sunay Akın kültür elçimiz olarak Japonya’yı, Kushimato Köyü’nü ziyaret etti. Sunay Akın’dan o ziyaretine ilişkin anısını kendi ağzından dinleyelim: “Orada belediyede çalışan arkadaşlar karşıladı bizi. Kart vizitlerini verdiler bana. Bir bakıyorum, bir kartın üzerinde Ayşe ismi yazıyor ama karşımdaki Japon bir kadın. Şaşırıyorum. Soruyorum hemen: Sizin anneniz ya da babanız Türk mü? Cevap veriyor: hayır hayır, ben burada yaşayan bir Japonum diyor. Nasıl olur diyorum? Ayşe kim? Bir başka kartta Fatma ismini görüyorum. Bir başkasında Ali yazıyor. Bir başka kartta Kemal ismi var. Çok şaşırıyorum. Türk isimleri hepsi. Kushimato Köyü’nde, Ertuğrul’un battığı o köyde, orada yaşayan herkes Ertuğrul Fırkateyni’nin batmasından sonra, kadınlar Ertuğrul’daki denizcilerimizin eşlerinin, kızlarının ya da annelerinin adını almış. Erkekler ise Ertuğrul’da ölenlerin adlarını almış. İşte Japon kültürü ve işte bize verdikleri kıymet.”
Ertuğrul’un bu travmatik kazasından kurtulan 6 subay ve 63 erin İstanbul’a götürülmesi için İmparator Meiji, Kongo ve Hiyei adlı iki savaş gemisini tahsis etti (4). Üç aya yakın bir yolculuğun ardından gemiler 2 Ocak 1891 tarihinde İstanbul’a vardılar ve Dolmabahçe önüne demir attılar. Vatanına ve sevdiklerine kavuşmanın büyük sevincini duyan denizcilerimizin kalbinde, bir yandan da kaybettikleri arkadaşlarının büyük üzüntüsü vardı. Ne yazık ki dönmeyi başaramayan beş yüzün üzerindeki denizcimizden biri de Kaptan Ali Bey’di.
Ertuğrul’un battığını ve ölenlerin arasında kocası Kaptan Ali Bey’in de olduğunu öğrenen Ayşe Hanım başucunda kızı Neyire ve kucağında ikizleriyle lohusa yatağındaydı. 1894 depreminde Ayşe Hanım’ın evi yıkıldı. Başka bir eve taşındı. Çıkan bir yangında kaldığı o ev de yandı. Ertuğrul’u yutan dalgalar gibi, hayat üst üste dalgalar gönderiyordu bu ailenin üzerine. Kızı Neyire ve kundakta ikizleriyle çok büyük zorluklar yaşayan Ayşe Hanım, küçük bir kulübeye geçti. Ertuğrul’un fırtınada yüzmeye çalıştığı gibi, yoksulluk içinde bu kulübede yaşamaya çalıştılar.
Yaşadıkları yerde konu komşu para topladı, bu çok zor durumdaki aileye yardım etmek istediler. Bir gün kapıyı çaldılar. “Ayşe Hanım sana bir miktar para getirdik. Al bunu lütfen” dediler. Ayşe Hanım “Hayır alamam çok teşekkür ederim” diyerek reddetti. Bu kadar yoksul olmasına karşın, Ayşe Hanım’ın para yardımlarını kabul etmemesi mahallede dikkat çekti. Nasıl olup da geçinebildiklerine dair dedikodular çıkmaya başladı. Ayşe Hanım’ın kocasından kalan altınları olduğu kulaktan kulağa fısıldanmaya başlandı. Bir gün mahallenin kadınları meraktan çatlama noktasına geldiler. Toplanıp küçük kulübenin kapısını çaldılar. Ayşe Hanım gelenleri içeri buyur etti. Dedikodudan kudurmuş kadınlar doğrudan sordular: “Kocandan kalan büyük bir hazinen olduğu doğru mu?”
Ayşe Hanım cevap verdi: “Evet doğru. Kocamdan kalan çok büyük bir hazinem var. Görmek ister misiniz?” Kadınlar dudaklarında arsız bir gülümsemeyle isteriz dediler. Ayşe Hanım yan odaya geçti. Birazdan elinde bir bohçayla döndü. İşleri güçleri başkalarının ne yaptığını konuşmak olan kadınların gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Bu dedikoducu, acınası insanların hepsinin aklından aynı şey geçiyordu: “Demek doğruymuş, bir bohça altını varmış.”
Ayşe Hanım bohçayı meraktan çıldıran bakışlar arasında açtı. Ve bohçanın içinden kocası Kaptan Ali Bey’in, Japonya’ya giderken Ertuğrul’un uğradığı her limandan, hiç aksatmadan gönderdiği 32 tane aşk mektubu yere döküldü. Bunun üzerine Ayşe Hanım şunları söyledi: “İşte benim kocamdan kalan hazinem bunlar. Bu mektuplar bana yazıldı. Ben çocuklarımı bu hazineyle büyüteceğim. Siz paranızı alın ve gidin.”
Bu hikâyeyi her okuduğumda, her düşündüğümde, tam bu noktada aklımdan aynı soru geçer: “Asıl yoksun olan, asıl fakir olan, asıl acınası ve müşkül durumda olan kim? Onuruyla, değerlerine sahip çıkarak, ayakta duran Ayşe Hanım mı? Yoksa dedikodularla etrafa saldıran o zavallı insanlar mı?” Tabii ki cevabı ben de, siz de çok iyi biliyoruz sevgili okur.
Bu zor günleri atlatmayı başaran Ayşe Hanım’ın kızı Neyire Hanım (1876-1964) büyüdü ve Posta Telgraf Müfettişi olan Ali Rıza Bey (1875-1937) ile 1897 yılında evlendi. Evliliklerinin üçüncü yılında bir oğlan çocukları dünyaya geldi. Çiftin başka çocuğu olmadı.
Kaptan Ali Bey’in karısı Ayşe Hanım’ın tüm umudu kızı Neyire’nin oğlundaydı. Kaptan Ali Bey’in torunu Hasan’ın okuyacağı ve yüzünü güldüreceği inancını hiçbir zaman kaybetmedi. Ve Ali Kaptan’ın Japonya seferi sırasında Ertuğrul’un uğradığı 32 limandan aksatmadan gönderdiği Aşk mektuplarına gözünün içi gibi bakmaktaydı. Geceleri el ayak çekildiğinde, o mektupları açar ve öpe koklaya okurdu. Hasan da, dedesi Ali Bey’in miras bıraktığı o mektupların kültüründe büyüyordu. Ne var ki Hasan hiç konuşmuyor, tek ses çıkarmıyordu ve bu durum anneannesi Ayşe Hanım’ın ve annesinin yüreğini dağlamaktaydı.
Neyire Hanım evinin penceresinden, bahçede bir köşede tek başına oynayan oğlu Hasan’a hüzünle bakıyordu. Anne Neyire Hanım çok üzgündü. Çünkü ailenin tek çocuğu hiç konuşmuyor, tek kelime dahi söylemiyordu. Küçük yavrunun bu sorununu çözmek için her türlü çare denenmişti ama hiçbir çözüm bulunamamıştı. Hatta bir gün bir komşuları çevresinden öğrendiği bir şeyi çaresiz aileyle paylaştı: “Eğer oğlan padişahın yemeklerinden kalan artıkları yerse dilinin çözüleceğini, bülbül gibi şakıyacağını söylediler.” Oğlunun suskunluğuna bir çare bulamayan zavallı kadın bir de bu yolu denemeye karar verdi. Ama saraya nasıl ulaşacaktı? Diğer taraftan, anne yüreğinin karşısında aşılmadık dağ olmazdı, olamazdı.
Neyire Hanım sonunda bir tanıdığı sayesinde saraya ulaşmayı başardı. Sofraya oturmuş akşam yemeğini yemekte olan padişah II. Abdülhamit’in yanına gelen bir görevli eğilerek Nehire Hanım’ın isteğini padişahın kulağına fısıldadı. Bu isteği duyan Abdülhamit “Olmaz böyle şey!” diye çıkıştı. “Ama efendim” dedi görevli, “yemeğinizden arta kalanı bekleyen çocuk Ertuğrul Fırkateyni’nin Kaptanı Ali Bey’in torunu.”
Abdülhamit deseninde çiçek açmış kiraz ağacı ve okyanus dalgaları olan porselen tabağı elinin tersiyle iterken, kendi kendine söylendi: “Demek yemeğimin artığını yerse konuşacağına inanılan çocuk Kaptan Ali Bey’in torunu. İnanmam böyle safsatalara. Ama pekâlâ alın götürün.”
Neyire Hanım padişahın yemeğinden arta kalanları görevlilerin elinden büyük umutla aldı. Koşarcasına eve geldi. Ve yine büyük bir umutla yedirdi oğluna. Uzunca bir müddet çocuk gözlendi, ağzından tek bir ses çıkması için umutla izlendi ama Hasan yine hiç konuşmadı.
Bir gün anneannesi Ayşe Hanım’ın ve annesinin yüreği yine üzüntüyle sıkılırken, birden bire bir ses duyuldu çocuğun ağzından. Ve iki kadının gözü yaşlı bakışları arasında Hasan konuşmaya başladı. Ve hatta kısa zamanda Hasan’ın ağzından dökülen sözcükler bir çağlayanın suyu gibi akmaya başladı.
Ancak daha sonra başka bir sorun ortaya çıktı. Hasan evdeki terlikleri toplayıp odasına kapanıyordu. Kapıyı kapatıp kendi kendine konuşuyordu. Annesi Neyire Hanım iyice telaşlanmaya başladı. Bir gün kapı deliğinden oğlunu izledi. Oğlunun karşısına dizdiği terliklerin önünde kendi kendine konuştuğunu gördü. Anne yüreğiyle “Acaba oğlum bu seferde aklını mı kaçırdı?” diye çok endişelendi. Zaten yıllarca hiç konuşmayan oğlu için çok kaygılanmıştı. Ve yavrusunun sesini bir kez olsun duyabilmek için yapabileceği her şeyi yapmıştı. Sonunda oğlu konuşmuştu ama tüm aile çok yorulmuş, çok yıpranmıştı.
Ailenin biricik umudu olan Hasan bu endişeyle geçen uzun yılların ardından konuşmuştu. Ama şimdi de böylesi garip bir durum ortaya çıkmıştı. Herkesin aklını kurcalayan sorular vardı Hasan hakkında. Acaba yavrucağın akli dengesi yerinde değil miydi? Acaba kalıcı ciddi bir sorunu mu vardı? Yine yıllarca bu zihni kemiren sorularla boğuşulması mı gerekecekti? Hasan’ın sesini duyma mutluluğunun üzerine kara bulutlar çökmüştü. Çünkü Hasan farklıydı.
Farklı olan toplum tarafından önce hep kötü değerlendirilirdi. İyi olasılıklar hiç düşünülmezdi. ‘Farklıysa kötüdür’ önyargıları insanlar için adeta kemikleşmişti. Oysaki ancak farklı olan, farklı düşünebilen çocuklar ileride fark yaratabilirdi. Herkesin yaptığının aynısını yapan, var olan akışın dışına çıkamazdı, dünyayı değiştiremezdi. Ancak farklı düşünebilen zihinler, insanlığın ilerlemesine ışık olabilirdi. O nedenle de, özellikle toplumu güdebilenler farklı olan zihinlerden hiç hoşlanmazdı. Güç dengesinin bozulmasından, yeniliklerin meydana gelmesinden hiç haz etmezlerdi. Bu nedenle dünyayı değiştirebilme potansiyeline sahip çoğu çocuk, çoğu fikir ne yazık ki toplumun önyargılarında eriyip gitmişti.
Çok şükür ki, her farklı çocuk kaybolup gitmedi. Çünkü her ebeveyn, her öğretmen, her insan bu önyargıların tutsağı olmadı. Belki sayıları azdı böylesi güzel insanların. Ama dünyaya etkileri ve katkıları önyargı batağında boğulmuş çoğunluktan kat be kat fazlaydı. Ayşe Hanım’ın devamlı okuduğu Kaptan Ali Bey’in mektuplarıyla büyüyen Neyire Hanım da toplumun dayatmalarına yenik düşmeyen bir bireydi, bir anneydi. Neyire Hanım oğlundan umudunu kesmedi, yavrusunu gözlemlemeye devam etti. Bir gün Neyire Hanım yine oğlu odasında kendi kendine konuşurken, kapıya kulağını iyice yaslayıp çocuğunun hararetle neler konuştuğunu dikkatlice dinlediğinde, oğlunun sözlerinin son derece bilgi dolu olduğunu gördü.
Hasan, dayısı Rauf’a ders vermek için eve gelen öğretmenden ve onun bilgi dolu halinden çok etkilenmişti. Öğretmen, dayısına ders anlattığında can kulağıyla öğretmeni dinliyordu. Ve öğretmenin sözlerini ezberliyordu. Daha sonra, odasında kendisi öğretmen olup bunları öğrencilerine anlatıyordu. Karşısına dizdiği terliklerin içinde ise öğrencileri olduğunu hayal ediyordu. Yani Hasan odasında öğretmencilik oynuyordu. Neyire Hanım aslında, o küçücük yaşta yüreği öğretme ateşiyle dolmuş bir öğretmen, bir eğitimci adayını izliyordu. Neyire Hanım bunu anladığında yüzü kocaman bir tebessümle doldu.
Neyire Hanım’ın yüzünde beliren bu gülümseyiş yıllar sonra, ülkenin tüm çocuklarına yayıldı. Çünkü Hasan büyüdüğünde halkı bilgisizliğin, cehaletin karanlığından kurtaracak nice öğretmenin yetiştiği köy enstitülerini kurdu. Öğrencilerin bilgiye ulaşmasını sağlayan ilk Türkçe ansiklopediyi hazırlattı. Dünya edebiyatının ünlü klasiklerini Türkçeye çevirerek kitabın, okumanın ışığını halkına taşıdı. Ülkesinde Ankara Devlet Konservatuvarı gibi birçok eğitim kurumunu açtı. Dünyada ise Unesco’nun kuruluşuna imza attı.
Hasan’ın Refika Hanım’la evliliğinden biri kız biri oğlan ikizleri dünyaya geldi. Oğlu Can büyüdüğünde, Ertuğrul’u yutan dalgalar kadar öfkeli, dolu dolu şiirler yazan çok büyük bir şair oldu. Çünkü hayatta en çok sevdiği babası Hasan, sanata, edebiyata ve şiire meraklı bir aydın, bir şairdi. Cumhuriyetimizin parlayan yıldızlarından biri olan Hasan Öğretmen milli eğitim müfettişliği (maarif müfettişliği) yaptığı dönemde, yurdunun çocukları en iyi eğitimi alsın diye vatan toprağını karış karış geziyor, bu nedenle çoğu zaman evinden uzakta oluyordu. Ve Can babasını çok özlüyordu. Babasına yazdığı bir şiirinde ona olan özlemini ve sevgisini şöyle anlattı:
Ben hayatta en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla ha düştü ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici hep, hep acele işi!
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezber ettim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a
Bi helalleşmek ister elbet, değil mi oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oynunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Bu satırları yazan, dev şairimizin ismi Can Yücel ve ülkesi için dur durak bilmeden çabalayan babasının adı da Hasan-Âli Yücel’dir. Yani, hikâyesini aktarmaya çalıştığım Ertuğrul Fırkateyni’nin Kaptanı Ali Bey’in torunu Hasan, Cumhuriyet döneminin unutulmaz Milli Eğitim Bakanı Öğretmen Hasan-Âli Yücel’dir. Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ün fikir mirasına sahip çıkan, cumhuriyetimizin ışığını yayarak halkını bilginin ateşiyle karanlıktan kurtaran, cumhuriyet çocuklarının büyümesini sağlayan Hasan-Âli Yücel’i minnet, şükran, sevgi ve saygıyla anıyor, her türlü zorluğa rağmen, ülkemizin yarınları için çocuklarımıza bilginin ışığını taşıyan sanatkâr öğretmenlerimizi saygıyla selamlıyorum. İnsanlık için umut var olabiliyorsa, umut bayrağını taşıyan yegâne insanlar eli öpülesi öğretmenlerdir. Öyle ki, insanlık için sığınılabilecek son liman öğretmenlerdir.
Kaynaklar
(1) Donald Keene, Emperor of Japan: Meiji and His World, 1852-1912 https://www.amazon.com/Emperor-Japan-Meiji-World-1852-1912/dp/0231123418
(2) Japanese Wiki Corpus https://www.japanesewiki.com/history/Charter%20Oath%20of%20Five%20Articles.html
(3) Sunay Akın, Önce Çocuklar ve Kadınlar, Çınar Yayınları, 2004.
(4) Tufan Turanlı, Ertuğrul Fırkateyni’nin Öyküsü, Yapı Kredi Yayınları, 2022.
2 yorum
Hocam elinize emeğinize ve gönlünüze sağlık. Yaşanan çağın tüm zorluklarına rağmen, yapılması gerektiği için tam da öyle yapıldığı büyük gurur duydum, bu yüzden gençlere kesinlikle aktarılması anlatılması ve hatırlanması gerekli.. Tüm yaşanan süreci bir arada çok etkileyici olmuş bir nefeste okudum, çok etkilendim. Teşekkür ederiz.
Okumaktan büyük zevk aldığım bir yazı olmuş hocam, elinize, emeğinize, kaleminize sağlık..Öğretmen olarak çok etkilendiğim bu büyük insanın bu kadar derin bir yaşam hikayesini paylaştığınız içinde ayrıca teşekkür ederim.Yeni yazınızı ve bizi aydınlatmanizi dört gözle bekliyor olacağım.🙏