Dehşetle açılan gözler, sarsıla sarsıla ağlayanlar, çığlık atanlar…
En çok dikkatimi çeken ise ellilerindeki bir adam oluyor. Pembeleşen yüzünde hüzünlü bir tebessüm, kısılmış gözlerle boşluğa bakarken ağır ağır başını sallıyor.
İnsan aklını zorlayacak bir olayla karşılaştığında zihnimiz -kendini korumak ister gibi- devre dışı kalıyor bazen. Şok denen o tuhaf duygu durumunu yaşıyoruz. Gördüklerimize, duyduklarımıza inanamıyoruz. Ya kasılıp kalıyor ya çığlığı basıyoruz. Ya da içimizden gelen bir duygu seline teslim oluyor, hüngür hüngür ağlıyoruz. Ama şu tuhaf adam…
Ölümün en uzun süreli ayrılık olduğunu bilen, bu yüzden de yaşadığı durumu tatlı bir hüzünle kabullenmeye çalışan bir ermişin bakışı vardı gözlerinde. Sanki sadece bu acı gerçeği kabullenmek değildi amacı, ayrıca ölüm denen bu gizemi de anlamaya çalışır gibiydi. Peki, bu mümkün mü?
Çoğumuz yanıp yıkılırken az sayıda insan derin bir sükûnetle kabulleniyor bu gizemli sonu. Bu insanlar bizim bilmediğimiz bir şey mi biliyorlar? Yoksa başarılı birer drama oyuncusu oldukları için rol mü yapıyorlar?
Ne yalan söyleyeyim, ölümle ilgili tıbbın bildikleri de sınırlı. Kalp durunca beyne kan gitmiyor. Bilinçli olmamızı sağlayan bu hassas doku fonksiyonlarını -geri dönüşümü olmayan bir şekilde- kaybedince de buna “ölüm” diyoruz.
Bazen kalp atımı devam ediyor ama az kan gittiği için hasar gören beyin hücreleri nedeniyle bilinç kapanıyor. En iyi bildiğim konulardan birisi olması gerekir, çünkü her sene öğrencilerime bu konuyu anlatıyorum. Derse genellikle şu ifadelerle başlıyorum:
“Günaydın çocuklar. Bugün size bilinç bozukluklarını anlatacağım. Bilinç bozukluğunu anlamak için önce bilinç kavramını anlatmam gerekir. Ama yirmi birinci yüz yıldaki bilimsel gelişmelere rağmen ne modern tıp ne de kadim felsefe bilinç kavramını net olarak anlayabilmiş değildir.”
Sahiden de öyle. Kendimizi kandırmayalım. Beyin dokusundaki bazı özel bölgelerin bilinçli kalmamızı sağladığını biliyoruz ama bu tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Çünkü beyin dediğimiz şey, bilincimizin -siz buna düşünce, can, ya da ruh diyebilirsiniz- marifetlerini sergilediği bir alandan ibarettir. Bunu güneş ışığını yansıtan aynaya benzetebilirsiniz.
Mesela, bilgisayarınızın ekranını kapatsanız da internet sisteminde bu sayfa olduğu gibi duruyor. Siz sadece kendi ekranınız kapandığı için görmüyorsunuz ama program çalışmaya devam ediyor. İşte bilinç, zihin ya da can dediğimiz o kavram da benzer bir şekilde sonsuzlukta yaşıyor olabilir. Ölümü ve sonrasını anlamak için sanırım önce sonsuzluğu anlamak gerekir.
Dinin etkisinin hâkim olduğu dönemlerde her şeyin sonsuz kudrette bir yaratıcının eseri olduğunu söyleyip geçenler olmuştur. Yozlaşan dinlerin kötü uygulamaları insanların tepkisini çekince bu sefer de “Tanrısız” bir evren tasavvuru için kafa yoranlar çıktı. Sahiden de ilginç tespitlerde bulundular. Sonuç olarak bilimi Tanrı inancının önüne almakla yetinmeyip Tanrı’yı tamamen devre dışı bırakmaya çalıştılar.
Fakat devran bir kez daha dönmüştür. Bilimin ulaştığı son noktada yirmi beş asır önce Sokrat’ın söylediklerine geldik dayandık:
“Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğim!”
Sahaya çıkınca klasik fiziğin tahtını sarsan kuantum teorisi mikro kozmosta işlerin sandığımız gibi minik bir atomdan ibaret olmadığını gösteriyor. Aslında somut olarak algıladığımız her şeyin minik yapıtaşı olan atomların da teoriden ibaret olduğunu ifade ediyorlar.
İsviçreli bilim adamları hadi bunu da izah etsin!
Sohbetlerimizin mizah konusu olan bu klişe ifade hayatımızın en ciddi meseleleri üzerinde düşünürken geliyor aklıma. Sahiden de İsviçre’deki CERN laboratuvarında ciddi çalışmalar yapılıyor. 2013 yılında evrenin oluşumu hakkındaki en büyük sırlardan biri olduğu kabul edilen atom altı parçacık -Higgs Bozonu- bulunmuş. Ulaştıkları son noktada buldukları şey, elle tutulamaz bir fiziksel olayın maddelere kütle ve hacim verdiğini bize göstermiş oldu.
Diğer yandan makro kozmosu keşfetmeye çalışan astronomi de ulaştığı noktada havlu atacak noktaya gelmiş durumda. On üç küsür milyar yıl gibi bir zaman öncesine uzanan patlama teorisiyle evrenin yaratılışını izah etmeye çalışsalar da bugün gördüklerini ve özellikle göremediklerini anlamaktan çok uzaklar. Karanlık enerji ya da kara delik gibi kavramlar modern bilimin zihnini dumura uğratmış görünüyor.
Buralara nereden geldik?
Bilinci ve sonsuzluğu anlama çabalarından…
Ölümü ve sonrasını anlamak için ruhu anlamak gerekir. Bilinci yani ruhu anlayabilmek için de yaratıcıyı anlamak gerekir. Ama zihnimiz bunu tam olarak idrak edecek kapasitede değil. Peki, aklımızın almadığı her şeyin yokluğunu ilan etme hakkımız var mı?
Gözümün önündeki karpuzun varlığını kabul etmekle kalmaz, ağırlığı ile ilgili bir fikir de yürütebilirim. Sıra bir tankı kaldırmaya gelince işler değişir. Yerinden bile kımıldatamadığım için ağırlığı hakkında hiçbir yorum yapamam. Ama tankın olmadığını söylersem gülerler.
Yeryüzündeki en zeki tür olan insanın sorunu, kafatasının içinde taşıdığı harika makinenin sınırlarını çizmekte zorlanmasıdır. Gözümüzün görme yeteneği sınırlıdır. İşitme yeteneğimiz de öyle. Hızlı yürüme ve ağırlık kaldırma konusunda da bizi sınırlayan şeyler var. Sokrat gibi bilgeliğin zirvesine doğru yol aldığımızda zihnimizin de sınırları olduğunu fark edeceğiz. İşte o zaman sonsuzluğu kabullenmek ama onu tamamıyla anlayamayacağımızı fark etmek işleri kolaylaştıracaktır.
Beni asıl düşündüren, hayatımızda bunca mesele varken zihnimizi başka şeylerle meşgul etmemizdir. Kesinlikle çıkacağımızı bildiğimiz bir yolculuk için havaalanında bekliyoruz. Bilet sırası, bekleme koltukları, ortamın ısısı, lavaboların yeri gibi şeylerle zihnimizi öylesine yoruyoruz ki, tüm bunların geride kalacağını unutuyoruz. Esas olan yolculuk ve ulaşacağımız menzil aklımıza gelmiyor çoğu kez.
Bir aylık ödevini son gece bitirmeye çalışan öğrenciden farksız tutumumuz. Ömrümüz boyunca o müthiş finali aklımıza getirmiyor, tam başımıza geldiğinde çözmeye çalışıyoruz. İşte bununla baş edemeyenlere acil servise geldiklerinde sakinleştirici ilaç veriyoruz. Amacımız düşüncelerini yavaşlatmaktır. Aksi takdirde bir ömre yayması gereken düşünceleri bir güne sığdırmaya çalışanların zihninde devreler yanıyor çünkü.
“Neden?” diyerek arkadaşının omuzlarından tutup sarsan genç adama benim verecek bir cevabım olabilir mi?
Mesela, kalp krizini neden olarak gösterebilirim. Bunun nedeni olarak tıkanan damarlardan bahsedebilirim. Tıkanıklığın nedeni olan kötü beslenme, sigara ve kolesterolü de suçlayabilirim.
Ama hiç ölmemesi gerektiğini düşündüğü insanın bu gizemli sonunu kabullenemeyen zihnin sorusu başkadır. Bana kalsa “Neden ölür insan?” sorusu yerine “Neden yaşar insan?” diye sorardım. Bu soruya arayacağım yanıtlar eninde sonunda beni ölümü de anlamaya yöneltir çünkü.
Milyarlarca yıl öncesine dair teoriler geliştiren bilim insanları hemen yaşadıkları anı bile izah etmekte zorlanıyorlar. Peki, ya rüyalar?
Aslında daha basit görünen bir şey var: Uyku!
Uyku mekanizmasıyla ilgili bilim insanlarının teorileri var elbette. Ama uyku bile başlı başına gizemdir. Beyin sağlam ama uyuduğumuzda tepkisiz bir şekilde yaşıyoruz. Nefes almakla yetiniyoruz, tıpkı bitkiler gibi. Bu sırada bilinç denilen şey nerelerde dolaşıyor?
Birden kendimiz bir rüyanın içinde buluyoruz. Bazen başka bir mekân bazen de başka bir zaman diliminde…
Ruhumuz sonsuz bir yolculuğa çıkma potansiyeline sahipmiş. Aslında hayal ederken de ruhumuzun bu yeteneklerini kolayca görebiliriz. Soru şu: Ruh nerededir? Uyuduğumuzda –ya da hayal kurduğumuzda- bedenimizi terk ediyor mu? Peki, bunun ölümden farkı ne?
Şu kısacık yaşamın tadını çıkarmak varken niye böyle iç karartıcı şeyleri düşünelim ki? Daha doğrusu biz sıradan insanlar hep unuturken felsefeciler niye bunu hatırlatıyorlar sürekli?
İster bu hayatın sonunun daha gerçek ve ihtişamlı bir hayatın başlangıcı olduğunu düşünün, isterseniz sonsuz bir karanlık… Bu finalle ilgili düşüncelerimizi netleştirmenin önemi konusunda hemfikir olduğumuz kanaatindeyim.
Meselelere bilgelerin gözüyle baktığımızda pek çok şey değişir. Örneğin, Einstein gibi baktığımızda zamanın göreceli olduğunu hatırlarız. Nietzsche gibi düşündüğümüzde döngüsel zaman kavramıyla tanışırız. Tüm bunlar bizi nereye götürür?
Hep unuttuğumuz için önemsiz gibi görünen bu düşünce tarzı aslında insanlığın en önemli sorunlarına merhem olacak gibi görünüyor. Kısacık bir hayatın finali yakın demektir. Bu durumda endişelerimizin çoğu etkisini yitirir örneğin. Bu bizi huzurlu kılar.
Dahası göz açıp kapayıncaya kadar bitiverecek bir ömür için hırs yapmayız. Bu durumda rekabet ve çatışmalar olmaz. Erdem en önemli şey olur hayatımızda. Gerçek sevgiyi öğreniriz. İhanetler olmayınca cinayetler de olmaz mesela. İşte size dünyadaki çatışmaları ve savaşları bitirme potansiyeline sahip bir bakış açısı.
Ne alkol, ne uyuşturucu ne de ilaçlar…
Ruhsal sorunlarımızın çözümü için, bilgelik ışığında sonsuzluğu anlama çabasından daha etkili bir yol olmadığını düşünüyorum. Bulan olursa bana da anlatsın lütfen.
Kalın sağlıcakla, huzurla, sonsuzluk bilinciyle…
11 yorum
Ćok güzel hocam. Elinize sağlık.
Kaleminize sağlık sevgili hocam
Üç günlük dünya…
Güzel bir inceleme olmuş. Bu konuyu sadece 1 kısa makale ile anlatmak mümkün değil, uzun yazsan da okunabilirliği çok düşük olur. O nedenle kısa ve öz olduğu için oldukça değerli. Yazarı tanımıyorum ama oldukça dolu olduğu belli yazdıklarının ipuçlarından. Kendisiyle en az 1-2 saat yüz yüze fikir teatisi yapmayı çok isterdim. Ben Çocuk kardiyoloji uzmanı olmama rağmen bu konulara da özel ilgim nedeniyle bir miktar vakıf olduğumu sanıyorum. Keşke bir zoom toplantısı ile bu konularda ilgisi olanlarla bir tartışma zemini yaratabilsek. Artık çeşitli nedenlerle yüz yüze toplantılar azaldı. Hatta kendi kliniğimizde bile iş yoğunluğu nedeniyle bu tip bilimsel faaliyetleri hastanede değil online gece 20.30’da evden yapıyoruz ve daha da verimli oluyor… Bilgilerinize… Not: Özel ilgi alanlarım: Kendi alanım dışında; Tarih, dinler tarihi, evrim, yapay zeka….
Prof. Dr. Ergün ÇİL, Pediyatrik Kardiyolog
Instagram: erguncil_cocukkalphastaliklari
TELEGRAM: PEDİYATRİK KARDİYOLOJİ FORUMU
https://t.me/+DFrVQQqUzjU3YmU0
Sayın Hocam, değerli yorumlarınız için teşekkürler. Anlaşılan ortak ilgi alanlarımız var. Dolu olduğumu ifade etmekle iltifat etmişsiniz. Gerçekte ben bilmediklerinin daha fazla olduğunu fark eden ve gerçeğe ulaşmaya çalışan bir yolcuyum. “Filozoflar Buluşursa” isimli romanımda bu işi ihtiyarlara bırakıp aradan çekilmiştim. Yolunuz düşerse hediye etmek isterim. Gözümün önünden bir perde daha kaldıracak tespitlerinizi okumaktan mutluluk duyarım. Saygılar.
Eline sağlık Halil, ölüm deyince aklıma önce hep “Ölüm Allah’ın emri ayrılık olmasaydı” sözü gelir. Belki ölümden kaçmak için belki geçiştirmek için belki de normalleştirmek için.
Bu arada Ergün Hocam, Halil Hocam çok yakınınızda.
Eline sağlık Halil, ölüm deyince aklıma önce hep ” ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” sözü gelir. Belki ölümden kaçmak için belki ölümü geçiştirmek için belki de normalleştirmek için.
Bu arada Ergün Hocam, Halil Hoca çok yakınınızda
İlginiz ve değerli yorumlarınız için teşekkürler
Kaleminize sağlık.Bir toplantıda ruh ve canın ayrı şeyler olduğunu,uyku ile ölümü ayıran özelliğin ölümde diğer canlılarla ortak yönümüz olan can’ın alınması olduğunu dinlemiştim.
KK Zümer Suresi 42.ayette “Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekini o belirlenmiş eceline belli bir vakte kadar salıverir. Bunda, düşünen bir topluluk için göstergeler (ayetler) vardır.”diyor.
Haklısınız gerçekten ölümlü varlıklar olduğumuzu aklımızdan hiç çıkarmasak ne kendi içimizde ne de dünyada çatışmalar olmaz.Ölüm her şeye her telaşa noktayı koyuyor çünkü.
Değerli okurlarımız, yorum ve katkılarınız için teşekkürler
Hocam benim ve farkında olabilmiş bir çok insanın iç sesine sözcü olmuşsunuz. Elinize kalbinize sağlık olsun. Böyle düşünceler zaman zaman belki bir meslektaşınız olarak benim de zihnimden geçip duruyor. Dediğiniz gibi bir çok insan dünya yaşantısını, yaşamın kendisini veya niçin burada olduğunu asla sorgulamıyor. Günü ayı yılı kurtarmaya demek yanlış olur belki ama tüketiyor. Büyük resmi göremiyor, görmeyi beceremiyor veya görmeyi önemsemiyor. Dediğiniz gibi aslında belkide bir cihaz gibiyiz. Bir gün bu dünya yada yaşamda kapatılacağız. Ama içimizdeki hisler bizim daha eski veya daha yaşlı hissetiriyor veya hiç bitmeyecek gibi hissediyoruz. Sizin de vurguladığınız “Ruhumuz sonsuz bir yolculuğa çıkma potansiyeline sahipmiş gibi.”. Belki bu kısmı dünyanın vermiş olduğu bir ilüzyon olabilir ama hepimiz aynı şeyi hissediyorsak ve bunu nöral mekanizmalarımızla duyu organlarımızla izah edemiyorsak, bence bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Yani bu bizim sandığımız yolculuk aslında bizim için değilse.. Biraz korsan bildiri gibi oldu kusura bakmayın. Bir de sizin de dediğiniz gibi düşüncelerimizin aklımızın yetemediği şeyler var ama sınırlarımız ötesinde bişeyler olduğunu gözlemlerimizle hissediyoruz. İşte göremediğimiz, düşüncelerimizin ötesine sonsuzluk adını veriyoruz diye düşünüyorum. Aslında belki de onunda bir sonu var ama bizim için sonu yok. Bu biraz karmaşık gibi geliyor. Ama bize gösterilmek istenen veya verilmek istenen bir mesaj olabilir. Büyük bir evren ve ufacık aciz küçücük dünya veya her bireyin özelinde haddini bilmesi gereken insan. Saygılarımla..
Merhabalar Halil Hocam,
Aynı kurumda olmamıza rağmen sizi ve kitaplarınızı tanımamış olduğuma üzüldüm doğrusu. Makaleniz içerisinde yeniden düşünülecek, tartışılacak ve farklı hayat tecrübelerinin paylaşımı ile zenginleşebilecek ilgi çekici kavramlar var.
Akademik akıl platformu vesilesi ile sizi geç de olsa tanımış olmaktan keyif aldım.
Saygı ve selamlarımla,