Avrupa Birliği normlarını yakalama çalışmalarının hız kazandığı, daha demokratik daha çağdaş olabilmenin dayanılmaz hafifliğini yaşadığımız -beyazın (akın) kirlenmede önceliği bir tarafa, renk olarak da unutulduğu- bu günlerde sosyal kirlilikler çevremizi kuşatmış durumda.
Sınır boyunda kaçakçılık, elektriği kaçak kullanma, sorumlunun sorumsuzluğuna bağlı pisi pisine yaşanan ölümler ve acılar, “Yaşadığımız coğrafya bizimdir.” diyememe ve paylaşamamanın körüklediği terör, milletin oyları ile başa getirilenlerin vatandaşın başına getirdikleri, polisin yanı başında durduğu duraklarda, alanlarda dilenen kadınlar, yaşlılar, çocuklar ve engelliler, yasa çalışmaları ile geleceği -kaderi- yazılıyor olan gençlerin gösterdikleri gelecek tembelliği ve saymakla bitmeyecek yediden yetmişe ayrımcı tutumlarımız.
Oysa ki; İnsan Hakları Evrensel Bildirge’si, “Irk, ten rengi, cinsiyet, dil, din, siyasi veya başka fikir, ulusal, etnik veya toplumsal köken, mülkiyet, doğum, yaş veya başka bir statü bakımından ve engeli nedeniyle hiç kimse ayrımcılığa maruz kalmamalı.” der. Bu konuda önce biz büyükler, kendimizi yoklamalıyız. Farkında olmadan ya da bilinçli bir şekilde ayrımcılık yapıyor muyuz? Örneğin; ”Yaramazlık yaparsan seni çingeneye veririm.” diyerek çocuğumuzu korkutmamız; yavaş giden kadın sürücüyü sıkıştırıp “Mutfağa, mutfağa!” diye laf atmamız; kızınca kendimizden olmayana “Pis gâvur” dememiz; otobüste tepemizde dikilmiş yaşlıya “Yürüyecek halin yok, ne işin var senin dışarıda moruk!” diye içimizden konuşmamız; performansı ve pozitifliği ile tembelliğimizi ve negatifliğimizi bize hatırlatan engelliye kızmamız; oyunda topu bize kaptırmayan siyahi oyuncuya “Pis zenci!” diye kızmamız; annesi barda çalışan gençle, kızımızın arkadaş olmasına izin vermememiz gibi sıradan gördüğümüz davranışlar ve hatta acıyarak yaptığımız yardım bile ayrımcı tutumumuzu gösterir.
İşin kötüsü beyaz camda, gazetelerde, kurumlarda, evde ve sokakta bu ayrımcı söylemler ve davranışlar büyüklerimiz tarafından hep sergilenir. Gençler ve çocuklar da bu örneklerle yaşayarak duyarsızlaşır ve ayrımcı tutumu farkına varmadan benimserler. Ayrımcı olmayan düzenlemelerin bir an önce hayatımıza geçmesi ve rutinlerimize girmesi demokratik ve çağdaş bir Türkiye ve gelecek kuşaklar için şarttır. Bu coğrafyada yaşayan tüm insanlar için “eğitim”, “sağlık”, “ulaşılabilirlik”, “istihdam” ve “sosyal hayata katılım”da eşit fırsatlar yaratılmasının hükümetlerin en önemli görevleri olduğunu hepimiz biliyor ve bekliyoruz…
Kamuya açık alanlar ile ulaşım araçlarının engellilerin kullanımına uygun hale getirilmesi için verilen sürenin Temmuz ayında doluyor olması nedeniyle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve yerel yönetimlerin çocuklar, yaşlılar ve engelliler için yaşanabilir mekânlar oluşturma çalışmalarına hız vermeleri sevindiricidir. Ulaşılabilirlilikle ilgili yapılan düzenlemelerin kullanımı konusunda şikâyetler var. Örneğin; metro ve durak üst geçitlerine yerleştirilmiş asansörlerin çoğu zaman kilitli olması ya da engelli ve yaşlılardan çok gençler tarafından kullanılıyor olması; otobüs ya da metrobüslerde ön koltukların “Gerektiğinde yaşlı ve engelliler içindir.” uyarı işaretine rağmen, daha çok gençler tarafından kullanılıyor olması; engellilerin durağa gelinceye kadar olan ulaşılabilir yol düzenlemelerinin olmaması ya da kurala uygun olmaması gibi. En acısı da, ambulansın açtığı yolu fırsat bilip peşine takılan ve kendi geçiş üstünlüğüne inanıp yaya geçidinde yayaları ezip geçen sürücüler (Pardon magandalar) olması gibi…
Kısacası, sosyal ahlaka uygun ve ayrımsız davranmamız için “Eğitim, eğitim, eğitim!” diyorum ya da “Fahri trafik denetçileri gibi sosyal müfettişlere ihtiyacımız var.” diyorum.
Ne dersiniz?