Nasların norm veya form yahut değer veya durumsallık şeklinde bir taksimatı yapılır. Diğer bir ifade ile itikat, ibadet ve ahlaki konular taabbudi ve tevkifi olduğu iddia edilir. Bu alan genellikle illete taalluk etmeyen prensipleri içerir. Bu prensipler “zarureti diniye” olarak da görülür. Usul hukukumuzdaki ifadesi ise “mekâsidu şeria” kapsamına dâhildir. Bu normlar ve değerlere, aşkın değerler denilip bu normlarda ve değerlerde hukukun üstünlüğü ilkesi esastır.
Bu normlar ve değerler, sorgulanamaz. Bu normlar ve değerlere itaat zorunlu kılınır. Zamanlar bu ilkelerde, tağyir yapamazlar. Zamanlar bu norm ve değerlerin, vasıflarını değiştiremezler. Bu norm ve değerler, taabbudi ve tevkifidir. Aksi takdirde bidatlara yolculuk yapmaya izin verilmiş olur. (HAK DİN, SIRATI MUSTAKIM- – HER BİRİNİZ İÇİN BİR ŞERİAT YAPTIK.)
Form ve durumsallık ise toplumsal düzen ve hukukla ilgili düzenlemelerdir. Hukuki normlar, toplumsal tecrübelerin, örf ve adetlerin formlarıdır. Bu form ve durumlar, örf ve adetler ve kanunlar, Peygam- berden Peygambere, toplulardan toplumlara dinamik ve değişen şeriat- lardır. Zarurî olan temel değerleri korumaya yönelik hükümler, İDEAL HÜKÜMLER, örf ve adeta taalluk eden hükümler ise REAL HÜKÜM- LERDİR.
Kur’ân’a bakıldığında itikat, ibadet ve ahlaka taalluk eden idealist hükümler toplumlar için genel ve mutlaktırlar. Tarihsel tecrübe gibi örf ve âdete bağlı hükümler ise realist hükümler kategorisine girerler. İslâm, toplumsal gerçeklik olan real alanda yeni hükümler koymadan çok zıhar, ila, lian, mehir, hirabe, hırsızın elinin kesilmesi gibi Arap top- lumunun genel kabullerini almış olduğu bilinmektedir.
İslam, İslam öncesi tecrübe birikimi olan örf ve adetlerdeki geleneği ibka ettiğini görmekteyiz. Bazı içki ve kumar gibi örf ve adetleri de iptal ettiğini biliyoruz. Keza Kur’ân’ın “örf ile emret” üst normunun varlığı bilinmektedir. İslam’ın teşriinde kabul edilen Arap örf ve adetler, “ma’ruf” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kur’ân’daki ma’ruf kavramıyla nüzul dönemindeki Arap örf ve adetlerinin, toplumun genel kabullerinin / toplumsal tecrübenin yani geleneğin devamına onay verilmiştir. (MA’RUF VE MÜNKER YOLCULUĞU)
İnançlara göre aklın veya naklin iyi saydığı fiiller “ma’ruf ”, kötü saydığı fiiller ise “münker” olarak adlandırılır. Maruf bir ortak akıl olan örf, adet ve genel kabullerdir. Maruf, toplumun, adalet ve hakkaniyet arayışıdır. Toplumsal ortak aklın genel kabulleridir. Maşeri vicdanın temsil yetkisidir. Örf ve âdeti temsil eden bir teamül hukukudur.
Temel ahlak ve inanca ters düşmeyen, Arap örf ve adetlerini, Kur’ân’ın ibka ettiğini görüyoruz. Kur’ân’da fer’i ahkâmın pek çoğu din ve dini olmaktan ziyade, örfi olduğunu görüyoruz. Bu Şer’i hükümlerin dinin özüne müteallik olmadığı da anlaşılır. Her zaman ve mekânda sabit olan hükümler, norm veya değerler dini, zaman ve mekânlara göre değişkenlik gösteren hükümler, durumlar ve formlar, örf ve âdetlerdir.
Dinin özüne ilişkin olanları zamanın geçmesi yıpratamaz.
Örfe dayalı hükümler ise zamanla, tecrübeyle tekâmül edip değişim gösterebilirler. Bunun için pek çok durum ve form hükümleri aramızdan çekilip zaten gitmişlerdir. Bir grup bu toplumu tekrar geri getirmeyi hayal ederken, bir kısmı da garipçe şaşkınlıkla arkadan bakıp durmaktadır. Taaddüdü zevcaat, kölelik ve cariyelik, zihar, ilâ, liân, hırsızın elinin kesilmesi, zina ve iftira cezası, hirâbe gibi.
Çünkü örfler ve maslahatlar zamanla değişebilir. Şâri, cahiliye dönemindeki mer’i örf ve âdeti, yani ma’rufu mükemmel ve ideal bir hukuk olduğu için mi yoksa nüzul döneminde ki toplumun ma’ruf ve maslahatlarına uygun olduğu için mi ibka etmiştir? Kur’ân’da genel anayasal ilkeler vardır. Hukuk alanı, toplumsal gerçeklik alanıdır.
Dünya ve ahiret saadeti vadeden İslâm’ın kendisine sıkı sıkıya bağlı, devredilemez, vazgeçilemez alanı ile zamanın değişmesiyle hükümlerin değişirliği alanı bulunmaktadır. Bu din ve şeriat alanı, norm ve form ayrımı metodolojik bir prensiptir. Bu bağlamda nass ve içtihat (istihsan veya maslahat) ilişkisi iyi anlaşılmalıdır. İbadet ve muamelat arasında ki farkındalık iyi fark edilmelidir. Tufeyl vari nass ve icma maslahata uygun değilse, maslahata riayetin öncelenmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Lafza değil ruha göre hareketi, dünya mutluluğunu vadeden İslam’ın meşru zeminde maslahatı dinin asli gayesi olarak görmüştür.
Sonuçta din alanını irade dışı alan kabul edip hukuku irade alanı görenler ile hukuku da dün olduğu gibi bugün de irade dışında kabul edenler arasında mücadele sürüp gitmektedir. Bu metodolojik görüş farklılığı, bütün dinlerde olduğu gibi İslam dini anlama konusunda da geçerlidir. Saygılarımla.