Bugün batılı formlarda önümüzde olan sosyoloji 19. yüzyılda Batı’da ortaya çıkmıştır. Sosyoloji, ontolojik ve epistemolojik bağlamda Tanrı’dan boşalan bir dünyada toplumsalın bilgisini üretmek üzere devreye girmişti. Çokça ifade edildiği üzere o dönemde sosyoloji modern toplumların, antropoloji de geriye kalan toplumların bilgisini üretmek üzere işlevselleşmişti.
Başından beri sosyoloji bilimi ürettiği teorilerle tüm toplumları açıklama iddiasında olduğu gibi, bu konudaki egemenliğini de sürdürmüştür. Öyle ki, bugün de Batı’da üretilen sosyolojik teoriler Batı dışı toplumların tümünde bir açıklama biçimi olarak egemendirler ve bu ülkelerin sosyologlarının da ürettiği toplumların bilgisi Batı’dan aktarma biçiminde tezahür etmektedir.
Bu yazının öncelikli iddiası; Batı dışı toplumlardaki sosyologların batılı teoriler üzerinden kendi toplumlarını okuma, açıklama ve analiz etme gibi bir konfor içinde olduklarıdır. Bu bağlamda Batı dışı toplumların sosyologları (genelde sosyal bilimlerin tümünde durum çok farklı değildir) batılıların kendi toplumları için ürettiği toplumsalın bilgisini kendilerini tanımlamak ve analiz etmek için bir şablon haline getirmişlerdir. Ancak bu şablona göre okumalar, batı dışı toplumların kendi dinamikleri çerçevesinde sağlıklı analizlerinin önünde engel olmaktadırlar. Şimdi bu iddiayı farklı boyutlarıyla açımlamaya çalışalım.
Bir toplumu diğerinden ayıran temel unsur kültürdür. İnsanlar benzer problemlerle karşılaşsa bile, toplumların onları halletme biçimleri değişmektedir. Bu çözümlere rengini veren şey ise, o toplumların derinlerinde işleyen tarihsel ve sosyal kodlardır. Bu durum toplumun kültür üzerine şekillendiği, sosyolojinin de toplum üzerine analizlerle biçimlendiği düşünüldüğünde bir topluma dair şablon ve teorilerin diğerleri için geçerlilik düzeylerinin sorgulanması zorunlu olmaktadır.
Bu bağlamda Said Halim Paşa’nın önemli bir tespitine yer vermeliyiz. Paşa, bütün milletlerin kendine özel fikirleri olmasaydı sosyoloji ile zooloji arasında fark kalmayacağını belirttikten sonra, başka toplumların çözüm yollarından faydalanmaya kalkan toplumların telafisi imkansız hatalara düşeceğini söyler. Kendi zamanında Said Halim, Batı toplumlarından yapılan aktarmacılığın nasıl sonuçlar doğurabileceğine atıfta bulunmaktadır ki, bugünden bakıldığında yaşanan zihn-i müşevveş durumu tanımlar gibidir.
Öncelikle bugün sosyoloji açısından geldiğimiz manzarayı kısaca bir resmetmek faydalı olacaktır. Belki burada dile getirmeye çalıştığımız iddiaya küreselleşmenin tüm dünya ölçeğinde homojen bir kültür oluşturduğu şeklinde itiraz edilebilir. Doğrusu küreselleşme homojenleştirme ve standartlaşma getirirken, toplumlar arası bir benzeşmeye yol açtığı doğrudur. Burada hassaten üç noktaya dikkat çekmeliyiz. Birincisi, bir yerel kültür (Batı) içinden çıkmış olan kültür tüm dünyaya yayılarak egemen hale gelmiştir. Bu bağlamda küreselleşme kültürel etkileşim olmaktan ziyade bir kültürün sömürgeleştirme yoluyla dünyaya egemen olmasını ifade etmektedir. İkincisi, dolayısıyla küreselleşme evrenselleşmeden farklılık arz etmektedir. Üçüncüsü, küreselleşme bir kültür olarak ortak tüketim ve yaşam kültürü oluşturmakla birlikte, toplumların kendine özgülüğünü ve diplerdeki sosyal ve tarihsel kodlarını sonlandırmış değildir. Hatta giderek küresel hale geldiği söylenen insan hakları söyleminden etik anlayışlara kadar birçok unsurun dünyanın geldiği değişim çizgisinde yetersizliği bile faş olmuştur.
Sosyolojik açıdan temel problem; Batı dünyasının kendi toplumsalın bilgisini ürettiği paradigma ve gerçekliğin kaynaklığına dair bakış açılarının tamamen farklı olmasıdır. Meşruiyetini bizzat insanın kendisinden alan bir ontoloji ve epistemoloji üzerine dayanan açıklama biçimlerinin zaten kendisi içinde bile gerilim ürettiği bir dünyada bu teorilerin batı dışı toplumları açıklayıcı olduğunu iddia etmek bizzat sorun üretmektedir. Wallerstein ve arkadaşları (Gulbenkian komisyonu) “sosyal bilimleri açın” kitabında sosyal bilimlerin “eurocentric” bakış açısına sahip olduğunu belirterek eleştirmektedir. Dolayısıyla batılı sosyal bilimlerin Tanrı’yı ve gerçekliği yerleştirdiği konumdan başlayarak evrene ve topluma dair perspektifinin her farklı toplumda yeniden yerlerine yerleştirilerek konuşulması gerekmektedir.
Sosyolojinin erken zamanlarında “Aryan ırkının üstünlüğünü” iddia eden teorilerden tutun da din olayını yanlış bilinç ve bizzat topluma bağlayan teoriler de o dönemde genel kabul görmüşlerdi. Bugün de farklı dönemlerde bilim dünyasına aktarılan sosyolojik teoriler yükselmekte; her türlü tez ve toplumu okuma faaliyetlerinde açıklayıcı kabul edilmektedir. Öyle ki toplumumuzda aile, cinsiyet, kültür, sanat, meslek, eğitim vb. tüm alanlardaki sorunlar batılı teorilerin şablonları içinde anlaşılır kılınmaya ve açıklanmaya çalışılmaktadır. Gerçekte bu durum, toplumumuzdaki sorunları kendi kodları, paradigması ve alt varsayımları çerçevesinde anlamak yerine, eşitleme düzeni kurarak topluma batılı bir hikaye yazmak şeklinde bir okumaya dönüşmektedir.
Burada maalesef sosyologlarımız büyük bir konfor içindedirler. Zaten çok uzun yıllara dayalı paradigmayı, alt varsayımları, ilmi şahsiyetleri, metodolojiyi içeren ilmi müktesebatı bilmedikleri gibi, tarihi ve toplumu geçmişten bu yana dikkatli okuyup analiz ederek yeni teoriler üretmek konusunda da zafiyet içindedirler. Dolayısıyla batılılar teori üretmekte, sosyologlarımız tüketmektedirler. Üstelik bu teorileri Batı’dan önce alıp aktaranlar, hem bir statü elde ettiklerini düşünmekte hem de bu “erken kültürleşme” sopasıyla toplumun geri kalanını dövmeye çalışmaktadırlar. Böylece “erken kültürleşmiş sosyolog” ile geç kültürleşmiş sosyolog” arasındaki statü farkını her düzlemde korumakta; fakat totaldeki fark sadece zaman farkına indirgenmektedir.