Bu yazı her kandil gecesinde olduğu gibi Miraç kandilinde de “İslam’da miraç gecesi yok” türünden yapılan yorumların, nasıl bir dini anlayış içinden ortaya çıktığına dair kısa bir analiz yapmayı deneyecektir. Temel problemi ise daha genelleşmiş biçimiyle “sosyolojisiz din yorumları” şeklinde ifade etmektedir.
Esasen bu tür yorumların birkaç bileşen etrafında çözümlenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda farklı perspektiflerden mesele daha iyi çözümlenebilir kanaatini taşımaktayız. Birinci sorun; dinin neliği ve saf bir dine yapılan göndermelerin anlamı üzerinedir. Din bir inanç üzerine dayanmakla birlikte “kapsayıcı” bir olgu olarak insanın hem dünyaya yönelik bir tavır almasını sağlar hem de eşyayı tümüyle içine alacak biçimde paradigması çerçevesinde anlamlandırır ve birbiriyle irtibatlandırır.
Eşyanın seküler içeriği metafizik olanı kapsayamadığından, dinin metafizik ve dünyevi kapsayıcılığının önemli sonucu dinden kaçınılmaz bir şekilde mitos üretilmesidir. Burada “mitos” kavramını bir maneviyat, kutsallık ve tümel anlam şeklindeki içeriklerle kavramak gerekir. Yoksa dini mitolojiyle, hele birçoklarının hemen aklına gelen yunan mitolojisiyle özdeşleştirmiyorum. Ancak mitolojinin de dinleşmiş bir tümel hikaye olduğunu da ayrıca belirtmeliyiz.
İkincisi, din ilk indiği dönemi takip eden zamanlarda kurumsallaştıkça, akide, pratik ve muamelat kısmında formülasyonlara ve formlara kavuşmaktadır. Bu da bütün dinler için söylenebilecek kaçınılmaz sosyolojik bir doğayı bize tanımlar. Çünkü teorik olarak dine, bir toplumsallığın için(d)e “yer edindirilmesi” söz konusu olmaktadır. Söz gelimi; iman formülasyonu olarak kelime-i şehadet vardır. Amentünün esasları formülleştirilir. İslam’da 32 ve 54 farz şeklinde tasnifler yapılmıştır. “İslam’ın farzları bu beşten ibaret değildir” diyenler haklıdırlar, ancak bu formülasyonu yapanlar da zaten beş farzın nihai sınır olduğunu iddia ediyor değillerdir.
Yine bugün namazların sonunda çekilen tespih, Hz. Peygamber (SAV) döneminin bir uygulaması değildir. Hatta sünnet namazlarının camide kılınması da ilk dönemin uygulaması arasında yoktur. Ancak kurumsallaşma tamamlandıkça bunlar bugünkü formlarına kavuşmuş ve neticede tespih çekme namazların sonuna eklenmiştir. Özellikle neo-selefiler ve birtakım dindarlar bu uygulamayı dinde bir yozlaşma görme eğilimindedirler.
Hz. Peygamber döneminde dine dair gerçekleşen uygulamalar ve farklı rivayetler, Onun irtihalinin ardından fıkıh, hadis, kelam vb. ilimler içerisinde “ictihadi” olarak formlara kavuşmuşlardır. Meselâ; dokuz hadis kitabının (kütüb-ü tis’a) namaz bahislerini tümüyle okunduğunda, orada namazın kılınışı ve teferruatına dair birbirinden farklı rivayetleri bulabilirsiniz. Burada fıkıh âlimleri mevcut rivayetler üzerinde ilmi olarak çalışarak, bugün önümüzde olan namaz formlarını geliştirmişlerdir.
Bir konunun dini açıdan aslının araştırılması gerçekten önemli bir çabadır. Fakat müntesipleri olan dört mezhebin dışında yüzlerce fıkhi mezhep olduğu gerçeği karşısında bunlardan hangisi dinin aslıdır şeklinde bir sorunun cevabı yoktur. Çünkü her mezhep mensubu kişi kendi mezhebine inanmaktadır. Ancak bu diğerinin de yanlış olduğunu göstermez. Nitekim Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki bunlardan müntesipleri olanlardır. Dolayısıyla buradan yola çıkarak mezhebi çoğulculuk tarafı olmamız gerektiği çıkarsanabilir.
Dolayısıyla dinin neliği ile tarihsel ve sosyal süreçlerdeki kurumsallaşması dikkatle okunduğunda, belki bugün “dinde vardır” ya da “dinde yoktur” şeklinde liste çıkarmanın daha dikkatli analizleri gerektirdiği anlaşılabilir. Hatta dini yorum açısından sosyolojinin niçin önem arz ettiği görülebilir. Bu konuya İnşaallah birkaç yazıyla devam edeceğiz.