Din ve toplum arasındaki ilişkilere çok geniş bir tarihi çerçeveden bakıldığında, yapılabilecek saptamalardan birisi de insanın kutsallaştırmalar (metafizikleştirme ya da mitoslaştırma) yapan bir varlık olarak öne çıkmasıdır. Bunun insan doğasının genel geçer bir niteliği olarak görme eğilimindeyim. Zira gerek tarihsel açıdan elde edilen bilgiler, gerekse kutsal kitapların anlatımları böyle bir sonuca ulaşmamıza imkan vermektedir.
İnsanın kutsallaştırma yapmasının en temel sebebi, sınırlı bir varlık olarak bilgi ve gücünün evreni kuşatamamasıdır. Bu durum insanın gerek kendisinin kökeni, gerek dünyadaki amacı, gerekse ölümden sonraki konumları kadar evrendeki bilinmezliklerin fazlalığı bir anlam verme ya da evrene ve insana dair gai bir hikaye yazılması zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Bunun doğal sonucu ise aşkına başvurudur ve dünyada kutsallaştırma şeklinde tezahür etmektedir.
Sözgelimi; İslam’ın zuhuruyla birlikte ilk iman edenlerin kazandığı statü, bugüne kadar korunmuş görünmektedir. Nitekim Ehl-i Sünnet’in önemli umdelerinden birisi ilk dört halifenin aynı zamanda İslam açısından bir fazilet derecelendirmesini ifade etmesidir. Camilerde aynı zamanda bu halifelerin isminin duvarlarda asılmış olması da bu hususu bir başka açıdan teyittir. Sosyolojik açıdan meseleye yaklaştığımızda bütün dinlerde peygamberlerin ya da din kurucularının etrafında toplanmış ilk halkanın, dinin kurumsallaşmış kutsallaştırılmasında bir sabite haline geldiği görülebilecektir.
Bu bağlamda Hacer-i Esved’in çok tipik bir örnek oluşturduğunu görmekteyiz. Bilindiği üzere bugün de tüm müslümanlar Hac ziyaretlerinde cennetten geldiğine inanılan Hacer-i Esved’i öpmek üzere sıraya girmektedirler. Hz. Ömer’in Hacer-i Esved için Rasülullah’ın (SAV) seni öptüğünü görmeseydim ben de öpmezdim rivayetini herkes bilmektedir. Mesleği ve eğitim düzeyi ne olursa olsun tüm müslümanlar hacca gittiklerinde Hacer-i Esved’i öpmeye devam edeceklerdir. Hacer-i Esved burada dünyadaki tüm taşlardan müminler tarafından pozitif olarak ayrıştırılmakta ve “kutsallık” yüklemesi ile ayrı bir yere konulmaktadır.
Tüm dünya dinlerinde benzer durumların olduğu biraz yakından analiz edildiğinde görülecektir. Nitekim beşeri dinlerde zaten tabiattaki nesneleri kutsallaştırma izlenebilmektedir. Heidegger için anlatılan şu örnek ise felsefi ve entelektüel düzeyi ne olursa olsun her insanda bu eğilimlerin varlığını bize göstermektedir. Rivayet edildiğine göre Heidegger bir kilise ziyaretinde mum yakmış; onu görenler “üstat sende mi bu dini ritüeli yerine getiriyorsun?” diye sorduklarında O, “Tanrı varsa şayet buralarda olmalıdır” şeklinde cevap vermiştir.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’ya hitaben “Haberin olsun ki ben Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar zira sen mukaddes Tuva vadisindesin.” (20/Taha, 12) buyrulurken, yeryüzünün bir bölgesinin diğerinden pozitif ayrıştığını bize göstermektedir. Dolayısıyla Tanrı’nın insanın bu aşkınlık boyutuna hitaplarını da farklı biçimde gözlemlemek mümkündür.
Kutsal ya da aşkına olan başvuruyu iki boyutlu olarak düşünebiliriz. Birincisi, mü’minin gerek “Altın Çağ” gerekse “kutsal”a olan göndermeleri kendisini inşa ve Tanrı ile irtibat kurmak açısından işlevseldir. Mü’minin kendisini sürekli aşkına açık ve irtibatlı olarak görme ihtiyacı “kutsal”a göndermeleri de sürekli kılmaktadır. İkincisi, mitoslaşmanın ileri boyutlara gittiği durumlarda ise din kilitlenerek rasyonalitesini kaybeder ve dünya ile başa çıkamaz hale gelir. Aslında Hz. Adem’den (AS) bu yana devam eden tevhid geleneği içerisindeki her peygamber bu kilitlenmeyi açmak üzere tarihe müdahale etmektedir.
Tam da bu noktada insanların tüm kutsallarına “dinde yok” şeklindeki negatifleme, özellikle geniş bir kesimin dine dair tutamaklarını yıkar ve onları boşlukta bırakır. Bu ise sosyal bilim dilinde “yapıbozumu” kavramıyla karşılanabilir. Dini yorum ve düşüncede bu tür yapıbozumu tavrı ile hareket edildiğinde, günün sonunda insanın ve toplumun üzerine kurulacağı temellerin de zarar gördüğü anlaşılacaktır. Yani “yapı” bozulduktan sonra neyin üzerine inşa edilecektir?