Tanrı yarattığı insanla iletişim kurmak istemiş ve vahiy yoluyla bunu gerçekleştirmiştir. Tanrı ile insan arasındaki iletişimde iki boyut önemlidir. Birincisi, bu iletişim dikey bir ilişkiye tekabül etmektedir ki, bir yanda Tanrı diğer yanda insan durmaktadır. İkincisi de, Tanrı ve insan arasındaki mahiyet farkı bu iletişimin içeriğini farklılaştırmaktadır. Bu iletişimde Tanrı insana kendi “kelam”ıyla ve birisini seçerek vahyetmektedir.
Aslında tüm mesele vahyin toplumla buluşmasından itibaren başlamaktadır. Çünkü Tanrı’nın sözlerinin insanlar tarafından anlaşılması ve yorumlanması ciddi bir çabayı gerektirmektedir. Hz. Peygamber’in (SAV) sağlığında insanlar Ona sorarak muhtemel ihtilafları halledebilmekteydiler. Ancak Hz. Peygamber’in (SAV) irtihali ile birlikte “anlam” ve “yorum” sorunu doğal olarak yeniden başgöstermiştir. Esasen “anlam” ve “yorum” kavramlarını sorun şeklinde isimlendirmek doğru değildir.
Bunun iki önemli sebebi bulunmaktadır ki, birisi zaman diğeri ise kültür ve coğrafya farklarıdır. Zaman ilerledikçe “Asr-ı Saadet”e olan mesafe artmaktadır ki, insanoğlunun katettiği teknolojik, bilgisel vb. yol anlam ve yorumu yeniden ele almayı gerektirmektedir. Kültür ve coğrafya değiştikçe çevresel, kültürel faktörler anlama ve yorum açısından devreye girmektedir. Hasılı insanlık tarihinin içinde her bakımdan gözlemlenen “değişim”, sürekli yenilenen bir “anlama” ve “yorum” faaliyetini zorunlu kılmaktadır. Diğer yandan Hz. Peygamber’in açıklamalarının bile zaman geçtikçe, farklı yorumlarının oluşması yeni anlam ve yorumları devreye sokmaktadır.
İşte tüm bu faktörler ve değişimler çerçevesinde İslam düşünce tarihine baktığımızda farklı mezhep, cemaat, ekol, fırka’nın vb. oluştuğunu görmekteyiz. Nitekim yüzlerce fıkhi ve itikadi mezheplerin varlığı bilinmektedir. İslam düşüncesinin erken zamanlarında yazılan Bağdadi’nin “El-Fark Beyne’l Fırak” ile Şahristani’nin “El Milel ve’n-Nihal” isimli bu fırkalarla ilgili bilgiler vermektedir.
Bu mezhep ve fırkaların oluşumunda sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik faktörler önemli roller oynamışlardır. Hatta mezheplerin bazı temel doktrinlerinin oluşumunda da bu tür faktörleri görmekteyiz. Üstelik bunlar bazı mezhepler için istisnai söylenecek bir durum da değildir. Doğrusu insani çabalarla inşa olunan mezhep ve fırkalarda bu etkileşimleri çok anormal olarak görmemek gerekir. Çünkü insani çaba olan mezhep ve fırkaların tarih ve topluma değmeden hijyenik oluşumu gerçekçi değildir. Fakat mezheplerin tarih ve toplumla sürtünme katsayısının yüksekliği, onları tamamen siyasallaştırdığı için bu gruplaşmaların meşruiyetinin temel metinlerle sınanması söz konusudur. Bununla birlikte bazı araştırmacılar özellikle itikadi mezhepleri salt “siyasal” kategorisi içinde değerlendirmektedirler; fakat biz buna katılmıyoruz.
Bugün toplumda farklı insanların “gerçek din bu” şeklindeki söylemlerle kendi “anlam” ve “yorum”unu mutlaklaştırdığını görmekteyiz. Esas sorun; kendi yorum ve anlamını “gerçek din” olarak görenler bunu neye dayanarak söylemektedirler? Bunun sebeplerinden birisi taraftarlıktır. Herkes kendi mezhep ve fırkasını dinin kendisiyle eşitlemektedir. Doğrusu İslam’da bu iddiaları sonlandıracak papalık gibi dini bir üst kurum yoktur. “Gerçek din bu” şeklinde iddiada bulunanlar kendi anlam ve yorumlarının da bir sosyoloji ve tarih içinden çıktığını görmüş olmalıdırlar.
Şimdi ilk yazımızdaki soru(nu)muza geri dönelim. Mirac gecesi ve diğer kutsal gecelerin yokluğunu savunanlar bir yorumdan yola çıkmaktadırlar. Dinde “var”lar ve “yok”lar listesi hazırlamadan önce İslam’ın tarihsel sürecinin sosyolojik bağlamda iyi okunması, hem daha sağlıklı yorum ve analizleri getirecek hem de farklı düşüncelere daha da esnek olunmasını sonuçlayacaktır.