Bu haftaki köşe yazısında, şu bizim bitmez tükenmez sorunlarla boğuşmaktan bir türlü kafasını kaldıramayan tıbbi genetikteki yeni gelişmeleri ele almayı planlamıştım, fakat kadere bakın ki, bambaşka bir sorunu ele almak durumunda kaldım. Herhalde “kaderin cilvesi”denen şey bu olsa gerek.
Hatırlanacağı üzere, bir önceki İyi, Kötü ve Çirkin başlıklı yazımda (Medimagazin, 16 Nisan 2012), sağlık çalışanlarının hastalara karşı biraz daha özenli davranmaları konusunu vurgulamış, birazcık empati yapmaları için bazı örnekler de vererek “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” demeye gelen laflar etmiş ve “Sevgi en iyi ilaçtır” diye bitirmiştim. Fakat haftanın ortasında (18 Nisan 2012), yani daha benim köşe yazısı değişmeden, kötü talihe bakın ki Dr. Ersin Arslan’ın Gaziantep’de şehit edildiğini gazetelerden okuma acısını yaşadım.
Bırakın sevgiyi falan, elin oğlu iğneyi değil ama bıçağı gencecik bir doktor arkadaşımıza hunharca, acımadan batırıverdi ve bir daha dönmemek üzere aramızdan ayırıverdi. İşte “sözün bittiği yer” burasıdır. Korku, hele hele ölüm korkusu insana has bir tepkidir ve her insan, belki derecesi farklıdır ama korkar. Hatta her canlı korku duygusuna sahiptir. Bitkiler bile zarar gördüğü noktadan uzaklaşmaya çalışır.
Ölüm yetmiyormuş gibi, sağlık çalışanlarına karşı arka arkaya saldırı ve dayak olayları da yazılı ve görsel medyaya yansımaya başlayıverdi. Bir profesör ve iki sağlık ekibine saldırıldı, bir milletvekili doktoru darp etti, saldırıya uğrayan doktor görev yerini terk etti ve diğerleri! Hangi meslekten ve hangi yaşta olursa olsun, isterse mesleksiz olsun, herkes elini vicdanına koyarak bir kere olsun düşünme zahmetine katlansın; ölüm korkusunun olduğu yerde hangi sevgiden ve hangi hizmetten söz edebilirsiniz? Böyle bir ortamda hangi sağlık politikasını uygulayabilirsiniz ve nasıl başarı sağlarsınız? Kimse kendisini aldatmasın.
Olaylardan sonra gerçi TBMM, Başbakan, Sağlık Bakanı ve ilgililerin konuşmalarını ve tepkilerini, nihayet olması gereken tepkiler verildi diye memnuniyetle karşılıyorum, ama umarım bu tepkiler sözde kalmaz ve sağlık çalışanlarının maddi ve manevi koşulları gerektiği düzeye, hiç değilse, bu menfur olaydan sonra yerine getirilir. Gerçi, bir milletvekilinin ve vatandaşların bir doktora ve bazı sağlık çalışanlarına karşı attıkları dayak ve fiziki tacizler, göre göre doktorun çalıştığı yeri terketmesi kadar tepki görebilmiştir. İşte gelinen nokta maalesef budur.
Okuyucularım hatırlayacaktır; ben toplum hayatında ve ülkelerin geleceği konusunda şu üç mesleği çok önemserim: Hekimlik, hâkimlik ve öğretmenlik. Siz bu üç meslek mensubuna sahip çıkıp görevlerini mutlulukla yapmalarını sağlayamıyorsanız, devlet olarak görevinizi yapmıyorsunuz demektir ve geleceğinizden endişelenmeniz gerekir.
Sağlık çalışanlarına yapılanların bir benzeri öğretmenler ile hâkim ve savcılara, hatta avukatlara yapılmaktadır. Sanki toplum cinnet getirmiş gibi, gözümüz gibi bakmamız gereken bu üç meslek mensuplarına karşı olanca şiddeti acımasızca uygulamaktadır. Oysa bunlar toplumda örnek alınacak meslek mensuplarıdır ve eğer onların donanımlarının iyi olmadığından şikâyet ediliyorsa bu işin de evrensel çözümü bellidir, fakat öldürmek ya da dayak atmak değildir.
Bütün ülkeler tersine beyin göçünün sağlanması yollarını ararken, bizim mevcutları da elimizden kaçırmamak için çok acil önlemler almamız gerekmektedir. Bu olaylardan sonra, aldığım telefon ve e-posta mesajlarından, onlarca doktorun yurt dışında çalışma imkânı aradıklarını maalesef içim kan ağlayarak öğreniyorum. Benim aracı olmamı isteyenlere ne diyeceğimi şaşırıyorum. IQ düzeyleri üst seviyelerde olan, en uzun eğitimi alan ve en zor şartlarda çalışarak belirli düzeye gelmiş olan bu insanlara ülke olarak tez elden sahip çıkmamız gerekmektedir.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.