Benim de Bilimsel Kurulunda yer aldığım, Yüksek Öğretim Dergisi (JHE)’nin Editörlerinden Sayın Prof. Dr. Yunus Söylet ve Sayın Prof. Dr. Recep Öztürk ile bir müddet önce, “Türk Üniversite Eğitim Sistemi ve Yapılanması” hususunda yaptığımız konuşmalarda, benden bu konuda teferruatlı bir makale kaleme almamı ve özellikle de “doktora” konusunda fikirlerimi ifade etmemi rica etmişlerdi. Bunun üzerine, bu konuda daha önceki tecrübelerim, makalelerim ve konferanslarım çerçevesinde, “Üniversite ve Bilim İnsanı” isimli, oldukça mufassal bir makale hazırlamış, “doktora” ile ilgili düşüncelerimi ise bir başka yazının konusu olması düşüncesi ile ertelemiştim.
Basında çok yakın bir zaman önce, gerek üniversiteler konusunda gerekse akademik unvan, yükseltme ve atamalar için olmazsa olmaz ilmi makaleler hususunda, Atatürk Üniversitesinden kadim dostum, hâlen ODTÜ’lü Prof. Dr. Metin Balcı’nın tespitleri (http://www.medimagazin.com.tr/ana-sayfa/guncel/tr-akademisyenlerin-atif-cetesi-1-11-64808.html) ve Aslı Vatansever ile Meral Gezici Yalçın’ın birlikte, İletişim Yayınları’ndan neşrettikleri “Ne Ders Olsa Veririz” isimli kitabı ve bu konu ile ilgili olarak verdikleri, benim de içimden geçen, ancak dillendiremediğim hakikatleri de ihtiva eden, ibretle okunması gereken yürekler acısı röportaj (http://t24.com.tr/haber/yasadigimiz-kabzimallik-diplomalari-kagittan-degersiz-vakif-universitelerinin-yuzde-70i-kapatilmali,285718), beni doktora ile ilgili dikkat çeken bir yazı kaleme almam için tetiklemiştir.
Ayet ile hadisi ayırt edemeyen bazı ilahiyat profesörlerinin bulunduğu günümüzde, sayılarını unuttuğumuz binbir şahit gerektiren üniversiteler, ilmi makaleler, araştırmalar, doçentlik sınavları ve profesörlük unvanları ile ilgili yaşanan dejenerasyon bir yana, nerede ise ilmin kapısı olan “doktora” da can çekişir duruma gelmiştir. Her ne kadar, bazı tıp, mühendislik ve bilim dallarında, yüz akı üniversitelerimizce verilen doktora ve tıpta uzmanlık payeleri, nispeten ciddiyetlerini muhafaza ediyorlarsa da, yeterli denetim olmaması nedeni ile maalesef birçok yerli ve yabancı sözüm ona kuruluşlarca(!) verilen “doktora!”lar da pazara düşer duruma gelmiştir. Tıp, mühendislik ve fen bilimlerinde kariyer için gerekli olan “Web of Science” ve SCI kapsamlı araştırmaların, diğer alanlarda zorunlu olmaması, bunun üzerine tuz-biber ekmektedir.
“Doktora” olarak kabul edilen tıpta uzmanlık için hekimlerin neler çektiklerini (hastalar, azarlanmalar(!), fırçalanmalar(!), yığınla dosyalar, bir türlü olmayan sabahların beklendiği günaşırı nöbetler, sökmeyen şafaklar, ameliyatlar, gece gündüz ter dökülen laboratuvarlar, hayvan deneyleri, yetmezmiş gibi üstüne bir de PhD yaptırdıklarımız…) ve mühendislik ve fen bilimlerindeki master-doktora çalışmalarını yakınen bildiğim için bu hususu gündeme taşımak istedim. Kırk yılı aşkın bir süredir, bu camianın içinde bulunduğumdan, diğer alanlarda da bu çalışmaların nasıl yapıldığının farkındayım.
“Doktora” (PhD) aslında ilmin ve akademik kariyerin en önemli basamağıdır. Zira gerçek anlamda kazanılmış bu paye, bilim insanlarına hem ilmin hakiki kapılarını açar hem de uluslararası düzeyde bir “Yeşil Pasaport”a sahip olmalarını sağlar. Bu nedenle, bu hususta Yükseköğretim Kurulunca gerekli tedbirleri almalı ve kesinlikle taviz verilmemelidir. Dersler, konular, tezler ve hatta doktora verecek olan kurumlar ve öğretim üyeleri çok sıkı bir denetimden geçirilmeli, medyatik olmaktan ziyade, “H indeksi” gibi uluslararası belli ilmi kriterlere sahip olmayanların master ve doktora vermelerine müsaade edilmemeli ya da nereden olursa olsun, bu kriterlere uymayan kuruluşların ve hocaların verdikleri doktora(!)lara denklik verilmemelidir. Uluslararası düzeyde bilime katkısı olmayan tez çalışmaları, doktora için kesinlikle kabul edilmemelidir. Yabancı dilden vazgeçtik, kendi lisanını bile düzgün kullanamayan, uluslararası tanınırlığı olmayan, unvanını bulunduğu coğrafyanın dışına çıkaramayan akademisyenlerin(!) “doktora hocası” olmalarına müsaade edilmemelidir. Aksi takdirde, cehalet çukuruna süratle ilerlemekte olan akademik vagonları hakikat rayına oturtamayız.
Diğer taraftan, geçim sıkıntısına mahkûm edilen öğretim üyelerinin feryatlarının duyulmadığı bir ortamda, bunları dillendirmek ne kadar rasyonel! O da ayrı bir muamma…
Müteharris ve müşteki kalemimden sızan füsunkâr bir Güngörmemiş HİCRAN rubâisi ile sözümüzü bağlayalım.
KÖR DÜĞÜM
Sükûtumda secdede, bedenim, rûhum, cânım!
Bahtı kara heceler, müteessif efgânım!
Bir musahhar kör düğüm saplı, mahküm zulmete!
Pâye mi aklın sıra… dedi Yeter! Hicrân’ım.